Bir saniyesine bile hükmedemediğimiz fani bir hayat için; kul hakkına girmeye, gönül yıkmaya, kalp kırmaya, yalana, iftiraya, yüzsüzlüğe, kine, nefrete kısaca kötü olmaya, kötülük yapmaya değer mi?
Dünya bir faniye kalmış da bizim mi haberimiz yok?
Baki Aleme mal, mülk, para, şan, şöhret götüren oldu da biz mi duymadık?
*
HAYATIN DEĞERİ....Prof. Dr. Hayrani ALTINTAŞ
Hayatın değeri kavramı, yaşayan canlılar için, felsefede ve iktisatta kullanılan bir mefhumdur. Böylece değer, bir şeyin felsefi sembolü veya iktisadî kıymetidir. Sadece beşeri kültürler için insani değerden söz edililebilir. Bu manada soyut bir şeyin ifadesinden veya niteliğinden bahsedildiği zaman değer söz konusudur.
Felsefi anlamda, kendisi hakkında şuur sahibi olan kişinin hayatının değeri vardır. Elbette var olduğuna inanma, varlık hakkındaki bilgiyle ortaya çıkar. Öye ise değerin bilgi ile ilişkisi vardır. Hakkında bilgi sahibi olduğumuz varlığın değeri vardır. Hayatın değeri de gerçek varlık ile varlıklarını sonradan kazanan varlıkların bilgisine göre bir ölçü kazanır.
Hayat, kendisine atfettiğimiz değerlerle şekillendiğine göre insanın değer olarak kabul ettiği ve insanî değer dediğimiz şey nedir?
İnsan hayatının değerleri, hepimiz için, bir değeri veya kıymeti olan beşerî keyfiyetlerdir. Bir başka beşeri varlık ile münasebetimiz söz konusu olduğu zaman dikkate alınması gerekli görülen ve bu konuda bize yol gösteren erdemlerdir. Bunlar, bizim insanlığımızdan hareketle bir başka varlığa karşı davranış şeklimizi tespit eden bağlardır. Bu erdemler, aynı zamanda, beşeri varlık olmamız hasebiyle biziler için birer kıymet hükmü taşıyan olumlu özelliklerdir. Toplum içinde yaşanabilir bir hayatın temelini teşkil ederler. Gerçekleşecek bir güç için uygun bir ortamı, bizi barışa ve mutluluğa doğru taşıyacak bir hareketi ortaya çıkarırlar. İşte bu değerlerle hayat anlam kazanır.
Ancak hayatta yaşadığımız veya yaşamamız gereken insani değerler sayesinde başkaları ile olan ilişkilerimizi geliştirebilir, uyum içinde çalışabilir, karşılıklı görüş alış verişinde bulunabilir ve anlaşmazlıkları ortadan kaldırabiliriz. İnsani değerler, bir başkasının insani varlığı için içimizde hissettiğimiz ve başkalarına göstermek istediğimiz kendi özümüz üzerine bina edilmiş birbirinden farklı müspet his ve duygularımızdır.
Hayat, bu değerlerle insan hayatı olur. İnsani değerler, beşeri varlığı esas özüne ulaştıran ve o varlıktan gerçek anlamında bir insan meydana getiren duygu, düşünce ve davranışlardır. Bu değerlerle beşeri münasebetlerimizi geliştirebilir, çalışmalarımızı verimli hale getirebilir ve insani hayatımızı idame ettirebiliriz.
Hayatın değeri, onu yaşayanlara göre şekillenmektedir. Kimi için çok kıymetli, kimi için çok az değeri vardır. İnsanların hayata atfettikleri değerlere göre hayatı incelemeye çalışalım.
a) Hayat Nedir?
Yeryüzünde hayatın ne zaman ortaya çıktığı hakkında belirsizlik vardır. İnsan hangi tarihte yeryezünde yaşamaya başlamıştır tam olarak bilinemiyor. Pek çok ilmi teori bulunmakla birlikte bundan 3.5 ve 3.8 milyar yıl önce hayatın yeryüzünde ortaya çıktığını bildiriyor. Acaba insanın ortaya çıkışı hangi tarihtir ?
Canlı varlıklarda, doğumdan ölüme kadar geçen sürede gerçekleştirilen faaliyetleri sağlayan olguların tümüne hayat denir. Bu tanım, biyolojik bir tariftir.
Birçok düşünür buna hayat çizgisi de der.
Hayat nedir sorusuna düşünürler farklı cevaplar vermişlerdir.
Aristo, Eflatun, S. Augustin, V. Helmot gibi düşünürler, metafizik bir tanımla hayatı mutlu olma süreci şeklinde tarif etmişlerdir. Aristo, Nikamokos’a Etik adlı kitabında hayatın yaşamak değil, iyi yaşamak olduğunu, bunun da doğru yaşamak yani yaratılışına uygun yaşamak olduğunu kaydeder. Doğru insanların meydana getirdiği doğru bir toplumda salim akla uygun tarzda yaşamak, hayatı yaşamaktır.
Stahl gibi ruhçu(animist) düşünürler, hayatı saf ruhçuluk açısından tanımlayarak hayatta hâkim unsurun ruh olduğunu kabul etmişlerdir.[1]
Blumenbaht ve Needham gibi düşünürler de, vitalizm açısından bir değerlendirmede bulunarak “hayatı, mevcut bulunan hayatî bir kuvvettin veya haysiyetin idare ettiğini iddia etmişlerdir. Grosset ise, neovitalist bir değerlendirmede bulunmuştur.
Evrimi kabul eden kimi düşünürler de, pek çok küçük bir organizmanın gelişmesi sonucu ortaya çıktığı şeklindeki evrimci bir teori ile hayatı açıklamaya çalışmışlardır.[2] Determinist bir teori ise, -ki buna fiziki ve kimyasal açıklama veya doktrin denir- hayatın gıdalardan alınan bir enerji ile devam eden süreç olduğunu kabul eder.[3]
Bunların yanında, mikromerci bir teori de, hayatı biyolojik açıdan değerlendirir.
Düşünürlerce ileri sürülen bir başka tanım, hayatın, sadece kendisi hakkında sahip olduğumuz bilgilerin bütününden meydana gelmiş olduğu şeklindedir. Çünkü beynimiz bizden önce karar vermektedir.
Eflatun, Fichte ve Hegel gibi filozoflar, felsefî, saf düşünce yaşantısının sonunda ortaya çıkan kendi kendine yeterli bir soyut düşünce hayatından söz ederler. Onlara göre, bu hayat, duygusal ve dini hayatın üstünde yer alır. Bundan dolayı, bu hayat, insan için en yüce noktayı teşkil eder.[4]
İslâmî veya Kur’anî düşünce yönünden hayatın değerlendirilmesi:
Hayat: Diri olmak demektir. Bu anlamda yüce Allah’ın bir sıfatıdır: Hayy yani Diri. Hayat sahibi olması itibariyle Hacc suresi 66.âyette bildirildiği gibi, yüce Allah yarattıklarına da canlılık verendir.
Bu itibarla, yüce Allah canlılığın kaynağıdır. İlahi yaratma eylemi ile Fâil olan yüce Allah varlıklara hayat bahşetmiştir. Esasen, bu gün ilimler, bütün varlıkların canlı olduğunu cansız varlık diye bir şeyin bulunmadığını bildirmektedirler.
Yüce Allah, Hayy(Diri) olarak Bakara(2), 255; Âl-i İmran(3), 2; Tâ Hâ(20),111; Furkan(25), 58; Mümin(40), 65 ve Muhyi(Dirilten, Can Veren) olarak Rum(30), 50; Fussilet(41), 39. âyetlerde zikredilmektedir.
Bu yönden yani hayatı veren olması itibariyle, hayat yüce Allah’a aittir(En’am, 162). Hayatı veren onun nasıl kullanılması gerektiğini de bildirmiştir.
Hayat kelimesi, Kur’an’da kozmolojik, biyolojik ve ahlaki anlamlarda kullanılmıştır.
İnsan, hayvan ve bitki, ruh ve nefs ile canlı kılınmışlardır. Topraktan meydana getirilmiş bedene ruh üfleyerek onu canlı kılan(Hicr, 29) yüce Allah’tır.
Gene Kur’an-ı Kerim’de, hayata gelmeye yardım eden olarak Cebrail’den “ruhu’l-kudüs” şeklinde Bakara(2), 87, 253; Maide(5), 110 ve Nahl(16),102. âyetlerde söz edilir.
Bilindiği gibi, Müslüman filozoflardan bazıları da Cebrail’den, bu anlamda, “faal akıl” olarak söz ederler.
Tasavvufta, insanî hayat, gerçek anlamda, ancak mevt-i iradî denilen irade ile ölümden sonra yani kötü niteliklerin temizlenerek ortadan kaldırılmasından ve “Allah’ın ahlakıyla ahlaklandıktan” sonra gerçekleşir.
Filozoflar, fizyolojik bir hayattan söz ederken ona ahlaki bir hayatı eklemeyi ihmal etmezler. Bu demektir ki, insanın bir fizyolojik hayatı olduğu gibi bir de ahlakî hayatı vardır. Fizyolojik hayat, tabii ihtiyaçlarla kendi belli eder. Hayatın devam edebilmesi için, bu ihtiyaçlar mutlaka giderilmeli veya tatmin edilmelidir. Yani kişi, mutlaka uyumalı, yemeli, içmeli, gezmeli ve sağlığını korumalıdır. Eskilerin “hıfzı’s-sıhha” dedikleri ilmin bir kısmını bunlar teşkil eder. Fizyolojik hayat tabii ihtiyaçların karşılanması demektir.
Bu hayatın yanında, bir de, ahlaki hayattan söz edilir ki, kişiyi insan yapan esas hayat budur. Ahlaki hayat, insan olmanın bir gereğidir. Çünkü nerede bir insan topluluğu varsa orada bir ahlak vardır. Adı ne olursa olsun insanların meydana getirdikleri topluluğu devam ettirecek, orada huzur ve güveni sağlayacak bir düzenleme veya kurallar düzeni mutlaka vardır. En üstün topluluklardan en aşağı topluluklara kadar her insan topluluğunda böyle bir düzenleme mevcuttur. En asil insanların riayet ettikleri bir ahlak olduğu gibi, hırsızların veya haydutların da uyguladıkları bir ahlakları vardır.
Bu yönden, esas hayat, ahlaki hayattır. Çünkü sadece insan toplulukları için ahlak söz konusudur.
Böyle bir hayatı yaşamak için, ama insanca yaşamak için bazen ölmek bile gerekebilir. Bundan dolayı filozoflar, gerçek hayatta yaşamak için bu hayatta ölmek gerektiğini ifade etmişlerdir. Bu husus şu şekilde bir düşünce kalıbıyla değerlendirilmiştir: “ Ölmeden evvel ölmek”. Bu ifade, iradi bir ölümü göstermektedir. Bir tabii ölüm vardır ki, herkesin eceli ile vuku bulacak olan haldir. Bir de şehvetlerin öldürülmesi demek olan ve irade ile gerçekleşen ölüm vardır ki, işte o, ahlaki hayatı gerçekleştirir.
Ölmeden evvel ölmek, psikolojik “ben”in yani nefsin, dinî, ahlakî, millî, manevî, insanî, mantıkî ve ilahî emirlere aykırı arzu ve isteklerine gem vurarak gerçek anlamda insan gibi yaşamak demektir. Bir başka ifade ile Yusuf suresinin 53. âyetinde belirtildiği veçhile, dizginlenmediği, Kur’anî emirlerle murakebe altında tutulmadığı sürece, kişiye, daima, kötü olan hususları emreden ve “emredici nefis” olarak adlandırılan, istek, arzu ve eğilimlerimizin hepsini içeren nefsimizin bize ve topluma zararlı telkinlerinden kurtulma demektir.
Güzel yaşamak yani yüce Allah’ın emir ve yasaklarına uygun tarzda yaşamak suretiyle, tıpkı Yunus Emre, Hacı Bayram Veli ve Mevlana gibi şahsiyetler halinde yaşamak, hakiki insani varlığa sahip olmak demektir. Bu şekilde, kötü istek ve arzular öldürülmüş onların yerine gerçek insani niteliklere hayat verilmiş olunmaktadır.
İşte, bu çerçevede, herkesin gerekli ihtiyaçlarını karşılayarak varlığını devam ettirdiği bir “fizyolojik hayat”ı bir de buna ek olarak insan olma haysiyetini ortaya koyan “ahlakî hayat”ı vardır.
Ama önemli olan, en az fizyolojik(yeme, içme, giyim, kuşam ile ilgili) hayata verilen kıymet kadar ahlakî hayata da değer vermektir.
Çünkü fizyolojik hayata gerekli ihtimamı göstererek maddi varlığı devam ettirme, ahlaki hayata da gerekli hassasiyeti göstermeyi gerekli kılar. Zira insan ruh ve bedeni ile insandır.
Bu husus, hayatın içinde karşılaşılan hazların, zevklerin ve fırsatların değerlendirilmesini yani ölçülüp biçilmelerini ve tartılmalarını gerekli kılar. Bu tarz bir değerlendirme için, elbette, hayatın hikmetinin idrak edilmesi lazımdır.
İnsana hayatın verilmesinin temelinde, onun, Veren(Vehhâb)’in isteklerine göre yaşanması yatmaktadır. Bu da, düşünceye bağlıdır. Pek çok filozof bu husus üzerinde durmuşlardır. İnsan için şu temel kuralı sık sık tekrar etmişlerdir: “Hayatın hikmetini bilmek gerekir.”
İnsanlar sık sık hayattan şikâyet ederler. Ama şikâyet, yaşamaktan değil; istediğimiz gibi yaşayamamaktandır. Halbuki kişiye düşen görev, hayatı, onu Veren’in istediği gibi yaşamaktır.
b) Kur’an’a Göre Dünya Hayatı:
Kur’an-ı Kerim’de pek çok âyeti kerime dünyanın insanlara verildiğini ifade eder. Hatta insanlar hayata varis kılınmışlardır. Hayatın temiz nimetleri de, helal olarak insanlara bahşedilmiştir. A’raf suresi, 32. âyet buna işaret eder. Bunun yanında, Âl-i İmran,14, Kehf 46, Nur,33 ve Kasas, 60. âyetinde belirtildiği veçhile, hayatın pek çok nimetleri de insanlara sevdirilmiştir. Bu, hayatın güzel yaşanması için yapılmıştır. Büruc suresinde belirtildiği gibi, hayatı yoktan var eden yüce Allah’tır.
Ancak, sevdirilen dünya hayatında görevler asla unutulmamalı ve hayat, yukarıda da işaret edildiği gibi, onu verenin emir ve yasakları doğrultusunda yaşanmalıdır.
Hayat cazip görünür(Bakara, 212) , fakat onun kişiye sağladığı menfaatler geçicidir. Çünkü, hayatın bütün nimetleri bir irade sınaması için verilmişlerdir. Bu hayat, öbür hayat için bir hazırlık zeminidir. Bu hayatta kişiye bahşedilmiş olan her şey, kutsal kitapta belirtilen ölçüler içerisinde, ilahi emer ve yasaklara uygun biçimde, kişinin kendisine ve diğer insanlara fayda ve mutluluk verecek şekilde kullanılmalıdır. Aksi halde, Âl-i İmran 185 de belirtildiği gibi, hayat, bir aldatma unsuru olur.
Dünya hayatı, En’am 32 de bildirildiği şekilde, sonsuz ahiret hayatı yanında bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Bu hayatı, amaçlı, değerli, görevlerin gereği gibi yerine getirildiği mutlu bir hayat haline getirmek onu oyun ve eğlencenin ötesinde hakikaten yaşanmaya değer bir hayat kılmak önemlidir. Kişi, Kehf, 28 de ifade buyrulduğu gibi, hayatın süsleri olan güzelliklere aldanıp görevler unutulduğu zaman, çorak bir toprağa hayat veren bir su gibi(Kehf,45) olur, su bitince suyun verdiği yeşillikler de biter. Ahiret hayatının yanında, ancak bir iki gün gibi bir kıymet arz eden bu hayat, geçiciliği itibariyle çok az bir fayda(Tövbe,35) temin eder. Sadece bu hayatı isteyene istediği verilir(Hud,16); fakat o, ahiretteki nasibini unutmuş olur.
Dünya hayatı sonsuz nimetlerin yaşandığı değerli ve önemli bir hayat olan ahiret hayatının yanında çok kısa ve önemsiz bir hayattır.
Bundan dolayı, Kur’an- Kerim, gayesine uygun bir hayat yaşamayı öğütler.
c) Hayat Değerlendirmeleri:
Hayat sadece biyolojik bir fenomen olarak kabul edilemez. İnsan hayatı kendisi hakkında şuur sahibi olmayı gerekli kılar. Kişinin değerli bir varlık olduğu şeklinde bir bilgiye gider. Bu alamda zorunlu olarak paylaşılmış değerleri ihtiva eder.Her ferdin kendisinin değerlendirilmense imkan veren karşılıklı değerleri kabul eder. Ahlak böyle bir değerlendirmeden doğar. İnsan hayatı hayatın değeri hakkında şuur sahibi olan kişiler için bir değerdir. Bu kişiler toplumun bütün değerlerin birlikte yaşanarak mutlu olunacağına inanırlar.
İnsansız akıl düşünülemeyeceği gibi, düşüncesiz insan da hayal edilemez. O halde hayat, düşüncenin yönlendirdiği bir hayat olmalıdır.
a)Bir amatör gözüyle bakarak hayatı sanatların yaşandığı bir oyun olarak değerlendirenler;
b)Hayatın hikmetini bir düşünce âlemi olarak değerlendiren filozoflar
c)Hayatın ne olduğunu bilimsel açıdan araştırarak fizikî ve kimyevî olayların cereyan ettiği bilim sahası gibi telakki ederek hayatın her çehresini gözleyerek ondaki hazzı, hikmeti, gayeyi ve anlamı bilmek suretiyle onu devamlı bir gelişmeyi içine alan süreç olarak kabul edenler de vardır.
Birinci sınıf değerlendirmede ilke : “Hayatı yaşa”dır.
İkinci sınıf değerlendirmede ilke : “Dönüp duran hayat çarkını anla ve onda senin için seçilmiş görevi al ve yerine getir”dir.
Üçüncü sınıf değerlendirmede ise ilke : “Her şeyi iyi anla, hayattan zevk al. Tabiatta akıp gitmekte olan gelişme sende ortaya çıksın”dır.[5]
d) Hayatın elbette bir gayesi vardır.
“Hayat nedir?” sorusuna “Hayatın gayesi var mıdır?” ; “Yaşamak denilen şey nedir?” gibi soruların cevabıyla karşılık verilebilir.
Bu dünyada hayata geliş sonra ondan ayrılış, kişi iradesi dışında cereyan eden bir olay olduğundan insanlara hayatı bahşeden güç, bir gaye vermiştir. Çünkü kâinatta gayesiz hiçbir varlık bulunmamaktadır.
İnsan , Nereden geldim?; Niçin gönderildim?; Nereye gidiyorum? Sorularının cevabını verebilirse hayatın gayesini bulabilir.
Hayatın en yüce ve en kutsal gayesi, yüce Allah’ı tanımak ve bilmek’tir.
Hayatın gayesi veya amacı, bir başka açıdan, Mülk suresi ikinci âyette belirtildiği gibi, iyilik yapmak’tır. İyilik de, Kutsal Kitaplarda belirtilen işlerdir. Kişinin kendisine ve diğer insanlara faydalı, iyi, güzel, ilahi emir ve yasaklara uygun işlerdir. Hayatın amacı, tam inanma ve bu inanca göre yaşamadır. Aynı zamanda, iyilik ve güzellikte yarışmadır. İyilik ve güzellik evrensel doğruların bildirdiği söz ve davranışlardır. Kişinin kendisine göre iyi veya güzel bulduğu ama ilahi emir ve yasaklara uymayan hareketler değildir.
Kıyamet suresi 36. âyette ifade buyurduğu gibi, yüce Allah, insanı başıboş, gayesiz bırakmamıştır. “İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?” Bu gaye veya amaç, yukarıda belirtildiği gibi, yüce Allah’ı tanımak ve bilmek ve bu bilgiye göre hareket etmektir. Bu tanıma, birtakım görevleri ortaya çıkarır. Kişi bu görevleri yerine getirmek zorundadır. Bunlar, Kur’an-ı Kerim’de belirtilmiş, sevgili Peygamberimizce açıklanmışlardır.
e) Yaşamak nedir?
Yaşamak, hayatın fayda ve zararlarını bilmek demektir. Ama bu fayda ve zararlar, göreli, yani kişilere göre değişen şeyler değildir. Bunlar, kişinin kendisini, çevresini ve ahiret hayatını da içene alan hususlardır. Fayda ve zararlar, maddi ve manevi yönden insan bünyesini en iyi bilen ve bu bünyeye en uygun gelen şeyleri veren zat tarafından bildirilenlerdir.
“Yaşamak, fayda ve zararı bilmek deniyorsa insanın aklı vardır, kendisi için faydalı ve zararlı olanı bilir, kutsal kitaplara neye ihtiyaç vardır” denilirse “Neyin faydalı, neyin de zararlı olduğunu insan tam olarak bilemez. Çünkü yarını göremez. Bir de kendisine güzel ve hoş görünen zevkleri ve hazları gerçekte kötü olabilir, daha sonraki dönemlerde kişiye maddi ve manevi yönlerden zararlı halde bulunabilirler, bunu ancak yüce Yaratıcı bilir” diye cevap verilir.
Diğer yönden, yaşamak, sadece maddi yani zevkleri tadarak yaşamak değildir. Yaşamak yüce Yaratıcı’nın bildirdiği gale veya amaç gereğince hayatı devam ettirmektir. Yaşamak, aklını, kalbini ve inancını kullanarak söz ve davranışlarını ayarlamaktır.
Sadece gününü gün edip maddi zevkler içinde, her türlü hazzı tatmak, yaşadığını sanmaktır. Böyle bir hayat, insani niteliğinden az veya çok kaybetmiştir.
Yaşamak, aynı zamanda, hayat ve onun amacı hakkında bilinç sahibi olmaktır. Yani hayatın bilgisine sahip olmaktır. Bu bilgi, hayatın bütün yönlerini kapsayan, hayatın başlangıcı, sonu ve amacını bildiren bir bilgidir. Gerçek hayat, bu bilgilere göre yaşanan hayattır.
f) Hayat ve kötümserlik
Hayat güzeldir ve yaşamaya değer. Ancak bazı filozof ve düşünürler, hayata kötümser bir gözle bakmışlardır. Batı dünyasında, filozof Schopenhauer, bizde Âkif Paşa gibi kimseler hayatı yaşanabilir görmemişlerdir. Çevremizde de birçok kimse hayata böyle bakar. Şu husus unutulmamalıdır ki, böyle değerlendirmede bulunanların ya kendilerinde veya hayatlarında olumsuz yönler vardır. Böylece kendi olumsuz ve kötü durumlarını hayatın bütününe ve bütün insanlara mal ederler. Mesela Schopenhauer muhtemelen, frengi hastalığına müptela olduğu için böyle bir değerlendirme yapmış ve hayata kötümser bir gözle bakmıştır.
İlk çağda, yunanlı Hegesias, hazzı ve mutluluğu aramak boşunadır diyerek insanları intihara yönlendirmiştir.
Doğu dinlerinde de benzeri şeyler bulmak mümkündür. Meselâ, Buddha’ya göre, her şey elemdir. Doğma elem, evlenme elem, hayat elemdir.
Brahmanizmde de kötümserlik hâkimdir.
Batı dünyasında, Voltaire göre, hayat bir hiçlikten ibarettir.
G. Leopardi, hayatı, acı ve sıkıntılardan ibaret görür; çünkü kendisi verem olduğu için büyük sıkıntılar çekmiştir.
Almanya’da, N. Lenau ve Heine, Rusya’da Pouchkine hayata kötümser bakmışlardır.
İngiliz Lord Byron ayağı sakat olduğu için hayata kötümser bakmıştır.[6]
g) Hayat ve iyimserlik:
Ama hayata iyimser bakanlar çoğunluktadır. Çünkü hayat güzeldir. Her şeyiyle güzeldir. Hayata iyi bir gözle bakmak ve ondan zevk almak hayat hakkında sahip olduğumuz bilgiye bağlıdır. Hayata bakışımıza göre hayat güzel veya kötü olur.
İslâm Dini, hayatı yüce Allah’ın bir lütfu olarak değerlendirir ve onun kurallarına göre yaşanması halinde mutluluk süreci olduğunu bildirir.
Tasavvuf bilimi, hayatı, ilahi lütuf ve aşk süreci olarak değerlendirir. Bu anlamda, hayat, bir görev ilmidir. Hayatı sadece görünen yönüyle değil, bir de Batıni yönüyle değerlendirmelidir. Âlemi aşk ile yaratan bir yüce Yaratıcı, Hak olan bir yüce Allah vardır. Bir de O’nun yarattığı halk bulunur.
Âlemdeki hayat yüce Allah’ın sevgisinin sonucu olarak var edildiği için onda gerçek anlamda kötü yoktur. Yüce Allah kendi güzelliğinin bir görünümü olarak bu âlemi var etmiştir. Bu yönden, âlem dolayısıyla hayat yüce Allah’ın güzelliklerini taşır. Yüce Allah, kendi sıfatlarında kendisini temaşa etmiş ve muhabbet sıfatını kendine en layık sıfat olarak görmüştür. İşte âlemi bu sıfatla yani sevgiyle yaratmıştır. “Ben gizli bir hazine idim; tanınmayı ve sevilmeyi istedim ve âlemi yarattım” kutsi hadisi bunu açıklar.
Hayatın güzelliği yüce Allah’ı ve O’nun yarattıklarını sevmeye bağlıdır.
Müslüman filozoflar hayatı değerlendirirken güzellikten başka bir şey düşünmezler. Onlara göre, yüce Allah aşktır. Âlem bu Aşk’ın varlık vermesiyle olur. Yüce Allah Aşk olması itibariyle güzeldir; O’nun düşüncesi de güzeldir. İşte bu âlem yani bu hayat, O’nun güzel düşüncesine uygun olarak en güzel şekilde var edilmiştir. O zaman, kişiye düşen görev, bu güzelliği görmek ve ona göre yaşamaktır.
İnsan duygusal bir varlık olduğu kadar da akıllı bir varlıktır. Bu açıdan, her zaman, aklını kullanmak zorundadır. Hem bu dünyadaki mutluluğu hem öbür dünyadaki mutluluğu aklını kullanmasına bağlıdır. Aklını uygun gelen şekilde kullandığı takdirde hem bu dünya hayatı hem de öbür dünya hayatı güzel olur. Bundan dolayı, filozoflar, hayatın güzelliğinin erdemli yaşamakta olduğunu ifade etmişlerdir.
Hayat iyimser düşünmekle güzel olur. Nitekim Erzurumlu İbrahim Hakkı, hayatın güzel olduğunu güzel bir düşünce ile dile getirir ve Tefvizname adlı şiirinin son mısralarını “ Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler.” diyerek bitirir.
Ziya Paşa da, hayatın akıllara durgunluk verecek kadar güzel olduğunu şiirlerinde dile getirir.
Divan şâirlerinden Nâbi, hayatın güzelliğini şu mısralarıyla sergiler:
“Vücud cûd-i ilahi, hayat bahş-ı Kerim.
Nefes atiye-i rahmet, kelâm fazl-ı Kadîm.
Beden binay-ı Hüdâ, ruh nefha-i terkim,
Hava vedia-i kudret, havas vaz’-ı Hakîm…”
Bu kârhânede bilmem neyim, benim nem var…”[7]
Romalı filozof Seneca, hayatın güzelliğini ifadeyle şöyle dua eder: “Beni kör, topal, kötürüm yap, yeter ki yaşayayım”.
Ayrıca, Batılı filozoflardan Leibnitz, hayatın çok güzel olduğunu söyleyerek iyimserlik sergiler.
İyimser düşünürler, E.Renan, Spinoza ve Sir John Lubock gibi düşünürler de, “Hayatın ve yaşamanın güzel olduğunu bu yüzden de şükretmek gerektiğini ve hayattan istifade etmenin lüzumunu” ifade ederler.[8]
h) Hayatın cilveleri nelerdir?
Elbette insanlar için hayat her zaman güzel değildir. Kimi kötü durumlar, hayatı çekilmez hale getirebiliyor. Ama hayatın güzel yönlerini görerek bu kötü durumları iyileştirebiliriz. Hayatta karşılaştığımız veya başımıza gelen maddi ve manevi sıkıntılar, bunların bizde meydana getirdiği ıstıraplar, üzüntüler hayatı güzel göstermiyor olabilirler.
Yokluk, sefalet, fakirlik ve talihsizlikler, insanı kuşatabilir. Fakat dünya kötülükler âlemi değildir. Çok iyi yönleri vardır. Meselâ, fakirlik kötüdür, ama kendi el emeğini yemek daha iyidir. Yokluk içinde olmak kötüdür, ama muhannete muhtaç olmamak iyidir. Hastalık kötüdür, ama yüce Allah’tan şifa dilemek ve ümit etmek iyidir.
Kör, sakat ve zihin geriliği olan çocuklara sahip olmak kötü gibidir, ama hiç çocuğu olmamak daha kötüdür. Bunlarda kabahati hayata atfetmek yerine irsiyete ve ana ve babanın durumuna bakmak iyidir.
Bir kazada organını kaybetmek veya kanser hastalığına tutulmak kötüdür, ama bunlara rağmen, ne kadar olursa olsun yaşamak için azme sahip olmak ve hayattan istifade etmek iyidir.
Sevdiklerini kaybetmek kötüdür, ama onların yüce Allah’ın yanına gittiğini düşünerek müteselli olmak ve huzura kavuşmak iyidir.
Sahip olduğu varlığını kaybetmek kötüdür, ama yeniden kazanmak için sağlığa ve azme malik bulunmak iyidir.
Hayatın bize gösterdiği cilveler pek çoktur. Herkes arzu edilmeyen bir durumla karşı karşıyadır. Bu durumlarda, hayata azimle sarılmak ve hayatı yeniden güzelleştirmek mümkündür.
Hayat ve yüce Allah’ın sınamaları, iç içedir. Hayatı yaşayan insanlardır, ama insanları sınayan yüce Allah’tır. Bir âyeti kerime, insanların, yüce Allah tarafından, açlık, korku, canlarından ve mallarından bir parça ve sevdikleri şeyleri ellerinden almak suretiyle denendiklerini, bu sınamada sabır gösterenlerin cennete gideceklerini belirtir. Bu husus asla unutulmamalıdır. Kul şöyle diyemez:”Yüce Allah deneyecek beni mi buldu; başkasını denesin”. Yüce Allah’ın takdiri üzerinde fikir beyan edemeyiz, sadece boyun eğer, şükreder ve iyiliği O’ndan dileriz. Karşı çıkma veya isyan durumu değiştirmeyecektir, bu yüzden faydası yok, zararı vardır.
Yaşama azmini asla elden bırakmamalıdır. Unutmamalıdır ki, yuvaları yıkılan karıncalar, önce saldırır sonra yuvalarını yeniden yapmaya başlarlar.
I) Ölümün hakikati ve Ruhun ebediliği:
Ölüm, bazı kimselerce, bir son olarak düşünülmektedir. Ama gerçek bu değildir. Ölüm, bir son değil, bir şekilden başka bir şekle geçiştir. Geçici bir hayattan sonsuz bir hayata geçişin ilk merhalesidir.
Ölüm kişinin yaratanına kavuşması olduğu gibi, kendinden önce yüce Rablerine kavuşan anne ve baba gibi sevdiklere ulaşma halidir.
Bir anlamda ölüm, maddi dünyanın sıkıntılarından kurtulma ve bu düzende ruhun hürriyetine kavuşması halidir.
Ölümü bir son gibi telakki edenler, ondan korkarlar. Böylece ellerindeki imkânlardan mahrum olacaklarını düşünürler ve üzülürler. Onlar aynı zamanda, sahip oldukları zenginlikleri, makam ve mevkileri kaybedecekleri için üzülür ve korkarlar. Bir kısmı da, çocuklarını ve eşlerini yalnız bırakacaklarından dolayı korkar ve üzülürler.
Şu iyice bilinmelidir ki, ölüm, hayatın sonu değildir. Ama bir hayat boyutundan başka bir boyuta geçmedir. Sonsuz hayata ulaşma yolunda bir geçitten geçimliktedir. Çünkü ruh ebedidir. Beden varlığını kaybetse bile ruh varlığını devam ettiriyor.Bundan dolayı, Maurice Blondel, Pense(Düşünceler) adlı eserinde, ruhun ebediliğini ifade ile, “Hiç ölmeyecekmiş gibi düşünmeliyiz”der. Sadece o değil; Epikür de ruhun ebediliğine işaret ederek “Kişiler ölümü düşünmemelidirler” der.
Ruhun ebediliğiyle hayatın devam ettiği Spinoza tarafından da vurgulanarak “Hikmet hayatı düşünme, ölümü düşünme değildir” değerlendirilmesine yer verilir.
Karteziyen düşüncenin babası Descartes, hayatı ölümden korkmaksızın sevmek gerektiğini belirtir. [9]
Felsefi ve tasavvufi düşünce, ölümün, insanı gerçekle karşı karşıya getirdiğini ifade eder. Gerçeği daha bu dünyada iken yaşmak mümkündür. Bu da, daha önce belirtildiği gibi, tabii ölüm olan ecelle ölmeden evvel kötü arzu ve istekleri yani bencilliği yok ederek imkân dâhiline girebilir.
Ruh hayatı ebedi bir şekilde yaşayan varlıktır. Bedenin yokluğu hayatın yokluğu değildir. Ruh yaşamaya devam eder. Çünkü, o, ebedidir.
O zaman, ruhun ebediliğine yaraşır güzel davranışlarla hayatı süslemelidir.
KAYNAK:
[1] Meydan Larousse, hayat ve animizm maddeleri,İst.1971
[2] M.Larousse, hayat mad.
[3] Türk Ansiklopedisi, hayat mad..
[4] Meydan Larousse, hayat mad.; Ayni M.Ali, Hayat Nedir? İst.1945,s.5
[5] Ayni, a.g.e., ss.11 vdd, ayrıca s.29.
[6] Geniş bilgi için bkz. Aynî,a.g.e.,s.4-8.
[7] Gibb E. J. Wilkinson, Ankara,1999,Osmanlı Şiir Tarihi, s.240.
[8] nakleden, Aynî,a.g.e., s.45
[9] Aynî, a.g.e.,s.61.
alem, baki alem, baki hayat, hayat nedir, dünya, fani hayat, gönül yıkmak, hayatın değeri, iftira, kalp kırmak, kin, kötülük, kul hakkına girmek, nefret, one munit, yalan, yüzsüzlük, kurana göre hayat,