Yazı Duyurusu

Menu

Browsing "Older Posts"

'ANDIMIZ'I KİM YAZDI?

23 Ekim 2018 Salı / No Comments
andımız, öğrenci andı, andımız kaldırıldı mı, andımız yeniden okutulacak mı, andımız iptal mi oldu, andımızı kim yazdı, reşit galip kimdir, andımız nasıl ortaya çıktı

ANDIMIZ'IN SÜRECİ

Yetmiş altı yıldan beri ilkokullarda her sabah söylenmekte olan ve dün gece kaldırılan 'Öğrenci Andı'nı yazan dönemin Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip... Andımız ilk olarak 23 Nisan 1933 yılında okutuldu.

1933 yılındaki ilk hali şöyleydi:

Türküm, doğruyum, çalışkanım.
Yasam; küçüklerimi korumak,
büyüklerimi saymak,
yurdumu, budunumu özümden çok sevmektir.
Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir.
Varlığım, Türk varlığına armağan olsun.
andımız, öğrenci andı, andımız kaldırıldı mı, andımız yeniden okutulacak mı, andımız iptal mi oldu, andımızı kim yazdı, reşit galip kimdir, andımız nasıl ortaya çıktı

1972 YILINDA DEĞİŞTİRİLDİ

And, 1972 yılında değiştirildi. 29 Ağustos 1972 tarih ve 14291 sayılı Resmî Gazetede yayımlanan ilkokullar yönetmeliğinin 78. Maddesinde andda yer alan "budunumu" kelimesi "milletimi" olarak değiştirilirken "Türküm, doğruyum, çalışkanım" diye başlayan cümle ile sonra yer alan "Ne mutlu Türküm diyene" cümlesi eklendi...

1972 yılında şu şekilde söylenmeye başlandı:

Türküm, doğruyum, çalışkanım.
Yasam;
küçüklerimi korumak,
büyüklerimi saymak,
yurdumu, milletimi, canımdan çok sevmektir.
Varlığım, Türk varlığına armağan olsun.
Ey bu günümüzü sağlayan, Ulu Atatürk; açtığın yolda, kurduğun ülküde, gösterdiğin amaçta hiç durmadan yürüyeceğime ant içerim.
Ne mutlu Türküm diyene!

1997 YILINDA BİR KEZ DAHA DEĞİŞTİRİLDİ

And, 1997 yılında ikinci defa değiştirildi. "Öğrenci Andı"nın günümüzde söylenmekte olan metni, Millî Eğitim Bakanlığı Tebliğler Dergisinin Ekim 1997 tarih 2481 sayısında yayımlanan Millî Eğitim Bakanlığı İlköğretim Kurumları Yönetmeliğinin 10. Maddesiyle belirlenmişti.
andımız, öğrenci andı, andımız kaldırıldı mı, andımız yeniden okutulacak mı, andımız iptal mi oldu, andımızı kim yazdı, reşit galip kimdir, andımız nasıl ortaya çıktı

1997 yılındaki son hali ise şöyleydi:

Türküm, doğruyum, çalışkanım.

İlkem;
küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak,
yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.

Ülküm;
yükselmek, ileri gitmektir.

Ey büyük Atatürk!
Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe, hiç durmadan yürüyeceğime and içerim.
Varlığım, Türk varlığına armağan olsun.

Ne mutlu Türküm diyene!

'Andımız'ı kim yazdı nasıl ortaya çıktı?

1932 yılında bakanlık görevine gelen Reşit Galip'in Eğitim Bakanı olarak okul çocuklarına söylettiği andımız bazı değişikliklerle günümüze kadar devam etti.

1932 yılında bakanlık görevine gelen Reşit Galip'in Eğitim Bakanı olarak okul çocuklarına söylettiği andımız bazı değişikliklerle günümüze kadar devam etti.

Dr. Reşit Galip kimdir?

Rodoslu, eski İttihatçı, Şeyh Sait'i astıran İstiklal Mahkemesi'nin hukukçu olmayan üyesi.

Atatürk'e kafa tutmuş ve onu Rus lokantacı karı-kocaya İş Bankası'ndan verilecek usulsüz bir krediye aracılık etmekle suçlamış.

Atatürk onu sofradan kovduğunda "Bu, milletin sofrasıdır; kaldıramazsınız!" diyerek kafa açınca Atatürk sofrayı terk etmiş. Daha sonra onu affettiğinde iki asker çağırıp iskemlesinden kaldırtmış ve mealen "Ahan da biz adamı istersek böyle kaldırtırız" diye aşağılamıştır.

Birinci Türk Tarih Konferansı'nda Türk ırkının özelliklerini "uzun boylu, uzun beyaz simalı, düz veya kemerli ince burunlu, muntazam dudaklı, çok kere mavi gözlü ve göz kapakları çekik değil, badem gözlü bir ırk" olarak tanımlamış.

Biraz daha ileri giderek "Müslümanlık: Türk'ün milli dini" adlı tezinde, Hz. İbrahim, Hz. İsmail ve Hz. Muhammed'in Türk olduğunu iddia etmiş.

Prof. Afet İnan ‘Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler' adlı eserinde onu şöyle anlatıyor:

"1933 yılının 23 Nisan Çocuk Bayramı idi. O, heyecanla Çankaya Köşkü'ne geldiği vakit, Atatürk'ün yanında bana bir kağıt uzattı ve şunları anlatmaya başladı. ‘Sabahleyin ilk bayramlaşmayı kızlarımla yaptım. Onlara bir şeyler söylemek istediğim vakit, bir and meydana çıktı. İşte Cumhuriyetimizin 23 Nisan çocuklarına armağanı' dedi…"

Danıştay'a açılan ‘Andımız'ın iptal edilmesi ile ilgili davada, Danıştay Sekizinci Dairesi, "… Yeni nesillere Türk devletinin ve milletinin bir ferdi olma onurunu duymaya ve hazzını yaşatmaya yönelik…" gibi bir gerekçeyle anayasa ve yasa maddelerine aykırılık bulunmadığını ifade etmiştir.



öğrenci andı, andımız kaldırıldı mı, andımız yeniden okutulacak mı, andımız iptal mi oldu, andımızı kim yazdı, reşit galip kimdir, andımız nasıl ortaya çıktı, ödev notları


ŞİİRİN 'BEYAZ KARTAL'I BAHAETTİN KARAKOÇ

17 Ekim 2018 Çarşamba / No Comments
bahattin karakoç kimdir, bahaettin karakoç kimdir, bahattin karakoç'un hayatı, bahattin karakoçun eserleri, bahattin karakoçoun şiirleri, ıhlamurlar çiçek açtığı zaman şiiri

BAHAETTİN KARAKOÇ KİMDİR?

Bahaettin Karakoç 5 Mart 1930'da Kahramanmaraş'ın Elbistan ilçesine bağlı Ekinözü kasabasında doğmuştur. Beş erkek, dört kız çocuğu vardır.

İlköğrenimini köyünde tamamlamıştır. Adana-Düziçi Köy Enstitüsü'nde okudu. Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nden mezun oldu. Kahramanmaraş'taki sağlık kuruluşlarında sağlık memuru olarak çalıştı. Son görev yeri Kahramanmaraş Verem Savaş Dispanseri idi. Buradan 1982 yılında emekli oldu.

Çeşitli gazete ve dergilerde yazdı. Kahramanmaraş'ta 1986-1987 yıllarında Dolunay dergisini çıkardı. Her yıl düzenlenen Dolunay Şiir Şölenlerini başlattı. Çok sayıda ödül almaya hak kazandı. 1986'da Türkiye Yazarlar Birliği tarafından yılın şairi seçildi. 1989 yılında Kültür Bakanlığı tarafından Türkiye'yi temsilen “Strugua Uluslararası Şiir Akşamları Festivali”ne katıldı ve burada bir tebliğ sundu. 1991 yılında Diyanet Vakfı’nca düzenlenen “Münacaat Yarışması”nda “Beyaz Dilekçe” isimli şiiriyle birincilik kazandı. Bahattin Karakoç’un birçok şiiri değişik formlarda bestelenmiştir.

Şair Abdürrahim Karakoç'un kardeşidir.

Abdurrahim Karakoç'un Hayatı ve Şiirleri için lütfen tıklayın...

Kahramanmaraş'taki sağlık kuruluşlarında sağlık memuru olarak çalıştı. 1982 yılında emekli oldu.

Geleneksel şiiri benimsedi. Hareket, Hisar, Türk Edebiyatı ve Töre dergilerinde şiirleri yayımlandı.

Çeşitli gazete ve dergilerde yazdı. Kahramanmaraş'ta 1986-1987 yıllarında Dolunay dergisini çıkardı.
Her yıl düzenlenen Dolunay Şiir Şölenlerini başlattı. 1986 Türkiye Yazarlar Birliği tarafından yılın şairi seçildi.
1989 yılında Kültür Bakanlığı tarafından ülkemizi temsilen "Strugua Uluslar Arası Şiir Akşamları Festivali"ne katıldı ve burada bir tebliğ sundu.
1991 yılında Diyanet Vakfı'nca düzenlenen "Münacaat Yarışması"nda "Beyaz Dilekçe" isimli şiiriyle birincilik kazandı.
Bahattin Karakoç'un birçok şiiri, değişik formlarda bestelenmiştir.

Bahaettin Karakoç 16 Ekim 2018 Salı günü vefat etti.

ESERLERİ

Mevsimler ve Ötesi , (1962)
Seyran, (1973)
Zaman Bir Beyaz Türküdür, (1974)
Sevgi Turnaları, (1975)
Ay Şafağı Çok Çiçek , (1983)
Kar Sesi , (1983)
İlkyazda, (1984)
Bir Çift Beyaz Kartal , (1986)
Menzil, (1991)
Uzaklara Türkü , (1991)
Güneşe Uçmak İstiyorum , (1993)
Beyaz Dilekçe, (1995)
Güneşten Öte , (1995)
Dolunay Şiir Güldestesi , (1996)
Leyl ü Nehar Aşk , (1997)
Aşk Mektupları , (1999)
Ihlamurlar Çiçek Açtığı Zaman, Ay Işığında Serenatlar , (2001)
Sürgün Vezirin Aşk Neşideleri , (2004)
Ben Senin Yusuf'un Olmuşum , (2006)
-l-Barış Çağrısı Şiirleri-Dünya Barışına Çağrı Grubu-Meneviş Yayınları,(2009)

ŞİİRLERİ

IHLAMURLAR ÇİÇEK AÇTIĞI ZAMAN

Dilimde sabah keyfiyle yeni bir umut türküsü
Kar yağmış dağlara, bozulmamış ütüsü
Rahvan atlar gibi ırgalanan gökyüzü
Gözlerimi kamaştırsa da geleceğim sana
Şimdilik bağlayıcı bir takvim sorma bana
-Ihlamurlar çiçek açtığı zaman.

Ay, şafağa yakın bir mum gibi erimeden
Dağlar çivilendikleri yerde çürümeden
Bebekler hayta hayta yürümeden
Geleceğim diyorum, geleceğim sana
Ne olur kesin bir takvim sorma bana
-Ihlamurlar çiçek açtığı zaman.

Beklesen de olur, beklemesen de
Ben bir gök kuruşum sırmalı kesende
Gecesi uzun süren karlar-buzlar ülkesinde
Hangi ses yürekten çağırır beni sana
Geleceğim diyorum, takvim sorma bana
-Ihlamur çiçek açtığı zaman.

Bu şiir böyle doğarken dost elin elimdeydi
Sen bir zümrüd-ü ankaydın, elim tüylerine deydi
Sevda duvarını aştım, sendeki bu tılsım neydi?
Başka bir gezegende de olsan dönüşüm hep sana
Kesin bir gün belirtemem, n`olur takvim sorma bana
-Ihlamurlar çiçek açtığı zaman.

Eski dikişler sökülür de kanama başlarsa yeniden
Yaralarıma en acı tütünleri basacağım ben
Yeter ki bir çağır beni çiçeklendiğin yerden
Gemileri yaksalar da geleceğim sana
On iki ayın birisinde, kesin takvim sorma bana
-Ihlamur çiçek açtığı zaman.

Bak işte, notalar karıştı, ezgiler muhalif
Hava kurşun gibi ağır, yağmursa arsız
Ey benim alfabemdeki kadîm Elif
Ne güzellik, ne de tat var baharsız
Güzellikleri yaşamak için geleceğim sana
Geleceğim diyorum, biraz mühlet tanı bana
-Ihlamurlar çiçek açtığı zaman.

Ihlamurlar çiçek açtığı zaman
Ben güneş gibi gireceğim her dar kapıdan
Kimseye uğramam ben sana uğramadan
Kavlime sâdıkım, sâdıkım sana
Takvim sorup hudut çizdirme bana
Ben sana çiçeklerle geleceğim
-Ihlamurlar çiçek açtığı zaman.

*

IHLAMURLAR ÇİÇEK AÇTIĞI ZAMAN II

Bilirsin ki burda değilim artık
Ihlamurlar çiçek açtığı zaman! ...
Gelir benim yüreğimde toplanır,
Dağların üstünden sıyrılan duman.
Bir yanım mosmordur, bir yanım beyaz,
Bir yanım karakış, bir yanım ilk yaz.
Can evime bakışların saplanır;
-Ihlamurlar çiçek açtığı zaman! ...

Ihlamurlar çiçek açtığı zaman;
Ne sen gurbetçisin, ne ben sılacı.
Senden gayrısına bakmam mümkün mü;
Gözlerimi esir alan dağlardan.
Kapımı üç defa çalan postacı
“Adresinde yok! ” Diye notlar düşer,
Eski adresimde bir hüzün eser;
-Ihlamurlar çiçek açtığı zaman! ...

Eski adresimse kurumuş bir gül,
Gizemli bir ıtır, domur domur kan,
Yaba yaba yelde savrulur gönül,
Firkatli turnalar geçer uzaktan.
Dalgınlığım debimetre tanımaz,
Başım çarpar bir gemi bordasına
Düşerim bir girdabın ortasına
-Ihlamurlar çiçek açtığı zaman! ...

Birden bezeklenir sevda haritam,
Ihlamurlar çiçek açtığı zaman...
Lâleler toplarım ben tutam tutam,
Bizim için çalar kıvrak bir keman.
Gök papatya, yer ise lâle bahçesi,
Aşka ışık dokur kuşların sesi.
Seninle hep aynı yerde oluruz;
-Ihlamurlar çiçek açtığı zaman! ...

Kumaşı eprimiş üç mevsim geçer,
İlkyazla uyanır derin uyuyan.
Tan sesine cıvıldaşır serçeler,
Sevdadır anlıma namlu dayayan.
Havuzuma ay ışığı dökülür.
Bilirsin ki burda değilim artık,
Ruhum yağmur yağmur göğe çekilir;
-Ihlamurlar çiçek açtığı zaman! ...

Gülde çiy damlası... Buzum sırçayım;
Güneşe çarpınca param parçayım.
Bir gün Emirgân’dayım, bir Kanlıca’da,
Üsküdar’da, Beykoz’da, Çamlıca’da.
Şehir bir hançerken kan burgacında.
Mekâna sığar mı bu deli yürek?
Bir sevda çeşmesi, bu deli yürek.
Baylanır, beklerken baygın düşerim;
-Ihlamurlar çiçek açtığı zaman! ...

*

IHLAMURLAR ÇİÇEK AÇTIĞI ZAMAN III

Saçlarına pütür pütür yapışmış,
Gözlerinin rengi ile sıvanmış
Bir avuç kuru çiçek topladım.
Kırılıp dökülmesinler diye
Sevgiyle, özenle tek tek topladım.
Yürek fideledim zamana ve mekâna,
Hasat vakti geldi yürek topladım.
Belli ki bu yıl da vuslat gecikecek
Aşıdır, serumdur, besindir her umut,
Ey sevgili umudunu diri tut! ...
Bedenim hür değil, mühlet ver bana,
Er veya geç çıkıp geleceğim sana;
-Ihlamurlar çiçek açtığı zaman! ...

Mevsimi geçiyormuş, geçsin varsın,
Hep böyle dönüyor zaman tekeri.
Biri gider, biri gelir mevsimlerin,
Sonsuzluğu, diri aşklarla kucaklarsın.
Acılardan damıtırsın şekeri,
Sabrı da güzel olur çeyizi hazır kızların.
En ışıltılı çağında yıldızların
Kaç bıldır öteden göz kırpar bana,
Her umut bir yoldaş, her dert âşina.
Sorma ıhlamurlar ne zaman çiçek açar? ...
Beni güneşin ortasına atsalar da
Yanarım, pişerim, gelirim sana;
-Ihlamurlar çiçek açtığı zaman! ...

*

AŞK

Andolsun bütün örtülere, andolsun bütün örtünenlere ki,
Kar altında terleyerek uyanmaktır aşk.

Yanmış iki cesedin kına gibi külleri arasından
Fışkın sürerce dirilip yeniden yanmaktır aşk.

Cümle ağaç kapıları, cümle demir kapıları aşıp,
Bir gönül kapısına dayanmaktır aşk.

Sevgilinin otağını gökkusağına boyayıp gece-gündüz,
Hüznün safran sarısıyla boyanmaktır aşk.

Yaratmaktır ya da sevgilinin toprağından yaratılmak,
Her nefes alıp verişte yanmaktır aşk.

İsmaili bir gönülle teslim olmaktır bıçağa,
Birini kandırmak değil, bilerek kanmaktır aşk.

Diline arılar konar, koynunda karıncalar gezer,
Sevgilinin ölçeğiyle her zaman sınanmaktır aşk.

İsrafil'in Sûr'unu ruhunda duymaktır aşk,
Suyu suyla yumak gibi aşka inanmaktır aşk.

*

BEYAZ DİLEKÇEDEN

Rahman Ve Rahim Olan Adına Sığınarak,
Açtım İki Elimi, Kor Gibi İki Yaprak.

Bir Edep Ölçeğinde Umutlu Ve Utangaç,
İşte Dünya Önünde, Benim Ruhum Sana Aç.

Bu Seyriyen Ellerle, Senden Seni İsterim,
Senden Seni İsterken, Canımdan Çıkar Tenim.

Sana Âşık Ruhumdur, Merceği Yakan Işık
Gözlerim, Cemalini Görmeden De Kamaşık

Bir Mirasyediyim Ben, İflasın Eşiğinde,
Hep Sabırla Çürüyor, İhlas Bileşiğinde.

Kimin Kimlik Ararken, Hem Güler Hem Ağlarım
Yükseklerden Dökülen, Sular Gibi Çağlarım.

Çok Tuzlu Bir Denizim, Her Anım Med ve cezir,
Sana Âşık Olalı, Yüreğim Kutla Esrir.

Döşeğim Kara Toprak, Yorganım Kara Bulut,
Ben Seninle Doluyken, Vurgun Yapamaz Umut.

Her İnsan Günah İşler, Sen’den Saklanır Mı Sır?
Tövbe Dilekçesiyle Sırttan Kalkar Bu Nasır.

Kainatı Yarattın, Donattın, Rızk Verdin,
Kimine Sonsuz Körlük, Kimine Işık Verdin.

”Yanlış Adım Atmayın! ”, Diye İndi Her Kitap,
Sana Açılan Eli, Geri Çevirmezsin Rab.

Ulu Birsin, Sineden Peygamberler Gönderdin,
Gök Yüzüne Yıldızlar, Yere Çiçekler Serdin.

Senden Önce Bir Sen Yok, Kâinatta İlk Sen’sin!
Bu Kâinat Bir Meta, Hepsine Malik Sen’sin!

Rabb’im Seni Tanıyan, Bilir Doluyu – Boşu.
Kapına Geldi İşte, Yorgun Bir Aşk Sarhoşu.

Garibim, muzdaribim Ama Umutsuz Değil,
Seninle Dost Olanlar, Cihanda Mutsuz Değil,

Kulunun Kurbanıyım, Rabb’im Senin Mülkünde,
Garip Kulun, lütfeyle Gülümse Dilekçeme.

Senin İçin Verince, Verenin Feyzi Artar,
Gönülden Bir Sadaka, Dağca Bir Ömrü Tartar.

Kainatta Ne Varsa, Hepsinin Zikrinde Sen!
Hamd Ve Şükür Sanadır, Her Şey Sen’inle Esen!

Sen Ki Sana Geleni, Çevirmezsin Eli Boş,
Âşık Boşa Dememiş: Lütfûn da Kahrın da Hoş!

Bir Beyaz Dilekçedir, Sana Her Yalvarışım,
İmanımla Amelim, Hem Perdem, Hem Nakışım.

Çalı Bile, Kendine Sığınan Kuşu İtmez,
Sen Gafursun, Azizsin, Senin Keremin Bitmez!

Geldim İşte Kapına, Kul Senden Irak Olmaz
Sana Adanmamışsa, Yürekte Yürek Olmaz!

Her Müslüman Bir Kartal, Vurulur Da Pesetmez,
Oruçtan Tad Alanlar, Kemik Peşinde Gitmez.

Bezm-İ Elest'te Sana, Secde Eden Ruh İçin;
Verdiğin Söze Sadık, Doğru Giden Ruh İçin:

Hiç Kimseyi Vatansız, Milletini Devletsiz,
Gönülleri Sevdasız, Şehirleri Mabetsiz;

Bayrakları Rüzgârsız, Ocakları Ateşsiz
Bırakma Ulu Rabbim, Asi Kul Değiliz Biz.

Benden Önce Esirge, Muhammet Ümmetini,
Esen Gitsin Her Kervan, En Sona Ula Beni!

Kâinat Bir Mozaik, Her Şeye Sahip Allah!
Ey Gizli Ve Aşikâr, Her Derde Tabip Allah! ...

*

SEBEP

Dilime sen verdin gül ezgisini,
Bir gönül üzdümse sebebi sensin! ...
Seninle aşmışım dur çizgisini,
Töreyi bozdumsa sebebi sensin! ...

Ufuk ufuk uçtum daldım derine,
Sen öğrettin çoban kimdir, sürü ne?
Daha yaklaşmadan konak yerine,
Göçümü çözdümse sebebi sensin! ...

Bir renk cümbüşüyle sular ışıdı,
Düş bahçeme kuşlar bahar taşıdı,
Kurbanlık koç güldü, bıçak üşüdü,
Hep esrik gezdimse sebebi sensin! ...

Kimi deli diye güler arkamdan,
Kimi suçlu diye tutar yakamdan,
Eller değil,aklım korkar şakamdan,
Kendime kızdımsa sebebi sensin! ...

Düşmanımın yarasını sardımsa,
Muhabbeti sofra sofra serdimse,
Her güzele hemen gönül verdimse,
Petekler süzdümse sebebi sensin! ...

Dostun sitemleri deler bağrımı,
Sağır gökler yutar yanık çağrımı,
Uzun yıllar gizledimse ağrımı,
Ve şimdi yazdımsa sebebi sensin! ...

Beklerim özüme mihman olasın,
Her selâmın canevimi sulasın.
Bende sabır tükeniyor bilesin,
İçmeden sızdımsa sebebi sensin! ...

*

AŞK MEKTUBU III

Ben sevda bölüğünde kıdemli bir askerim
Hizmetim sanadır ey tacidarım
Canı bir emanet bilir taşırım
Bir ırmak delirir geceleri
Bir yıldız kayar ötelerden
Bir bulut geçer Ay’ın önüne
Birden üşürüm
Ve seni daha çok düşünürüm
----------Kokunu en sevdiğim güle veriyorsun! ...

Hangi şekle dönüşürsen dönüş
Hangi kılığa girersen gir
Bilirim ne kadar gerçeksin, ne kadar düş
Gönlüm bir şahindir takarım peşine
Bulur seni saklandığın yerde
Tutar elinden – eteğinden
Bana getirir
----------Sen kendini kolay ele veriyorsun! ...

Sarmal bir sevdayla yaşarken aynalar derbendinde
Bir Aslıhan oluyorsun, bir Leylâ
Beni de mahkûm ediyorsun değişim sürecine
Bir Kerem oluyorum, bir Mecnûn
Dağlara, çöllere vuruyor içimdeki vâveylâ
Firar ettiğimi bilmiyor bölüğüm
Kırık gönlümde kırk düğüm
----------Adımı dile veriyorsun! ...

İçimde ebedî bir sürgünlüğü yaşarım
Hangi gezegende insem rastlarım izine
Dişlerim beyaz kirazlar gibi hep birden sızlar
Ve gülümserim dişçinin elindeki demir kerpetene
Biraz daha fazla bakabilmek için yüzüne
Bir kaya yuvarlanır boşluğa
Kimse bir anlam veremez bendeki hoşluğa
----------Sense yakıp külümü yele veriyorsun! ...

Ben sevda bölüğünde kıdemli bir askerim
Terhis olsam gidecek bir yerim yok
Yüreğimden başka silah taşımam
Bütün adresleri iptal ettim
Benim senden özge gerçek yârim yok
Bir hakkuşu öter geceleri
Aşk, mektup yazmaya zorlar beni
----------Sense yeri – göğü sele veriyorsun! ...

*

KEPEZ

 Ansızın bir karasu iner
Deniz fenerinin gözlerine
Fener kör olur.
Ve ağır ağır uyanmaya başlar
Deniz dibinin devleri
Koç sürüsü dalgalar toslaşır gerine gerine
Ötede yıkkın bir balıkçı köyünün çiçeksiz evleri
Evler ki denizlerde olup bitenleri bilmez
Bense bu kaderi iyi bilirim
Benim adım Kepez…

Yıldızlar olmadı mı, dolunay olmadı mı
Gökyüzü de kördür.
Yüreğindeki kara bulutlar
Durmadan yıldırımlar kusar
Yorgun bir gemi oturur kayalara
Karışır birbirine dua ve küfür
Korkuysa şapkasını her zaman
Kapkara bir dala asar
Bir yosun tarlasında dinlenirken
Gördüm ölümü kaç kez
Selâm verip geçti gülümseyerek
Ben korkusuz Kepez…

Kaç sünger ve inci avcısının
Kanına girdi bu denizler
Kaç taze gelin ihtiyarladı
Bu ufuklara baka baka
Her sabah
Neşeli bir ıslık aydınlığına
Evden çıkıp gidenler
Ya döndüler ya da hiç dönmediler
Yaralı akşamlara
Yalnız kalmayınca aç kalmayınca
Oğlak, kuzu melemez
Ben ne dramlar yaşamışımdır bu kıyıda
Ben Kepez…

Mutlu insanlar da gördüm
Gelip kollarımın arasında sevişen
Ama uzun sürmedi
Şıngır mıngır kristal ömürleri
Ne çığlıklar işittim rüzgârlardan
Mevsim mevsim değişen
Hele de yitik ekmekler gibi ayrılık türküleri
Tedirgin martıların
Kanatları vururken gez
Ben dilsiz bir görgü tanığıyım
Benim adım Kepez…

Gün kısalır,
Bir gece de değişir renk renk haritam
Gün uzar,
Sızlayan süslü bir göğüstür Tarih-i Kadim
Sırdır, ayıptır
Gördüklerimin hepsini anlatamam
Gemiler gelip geçerken
Kaç dilden hüzünlü şarkılar dinledim
Gül yanaklı, lâle dudaklı
Ne güzeller gördüm gitti gelmez
Ben hep aynı yerde beklerim
Benim adım Kepez…

Bazen denize küser de
Gökteki yıldızlarla konuşurum
Bazen gidemediğim yerleri okşamak isterim
Bulamam ellerimi
Ay doğarken başlar
En uzun süren sarhoşluğum
Asırlar kemirse de
Koparamazlar zincirlerimi
Kimse kirli ayaklarıyla
Üzerimi tepeleyemez
Ben beş vakit
Sabrın gül suyuyla yıkanırım
Benim adım Kepez…

*

ALACAKARANLIĞINDA AŞK YOKUŞUNUN

Bulutlar dağlarda örgütleniyor
Yırtılan göklerin gazabından korkuyorum.
Zaman çentik çentik tükeniyor
Çaresizliğin azabından korkuyorum.

Yârin adıyla ıslatıyorum dudaklarımı
Yüreğimde renk renk çiçekler açıyor.
Bir yâr ki yüzünü saklar haramdan
Süzülür prizmamdan al, yeşil, mor.

Cuma günleri gibi en uzun yağmur saçlı
Hasret kokar, sıla kokar, sevgi kokar.
Kabımla kapçığımla ülfeti yoktur
Bakınca daima özüme bakar.

Bir çakır doğandır aşkın sıtması
Geyikler koşuşur damarlarımda.
Körelmiş tırnaklarını rüzgârla sivriltir dağlar
Biraz daha viranız her yitik baharda.

Bulutlar dağlarda örgütleniyor
Dağlardan, çığlardan, sellerden korkuyorum.
Ölü denizlere hicreti anlatmak zor
Aldığını vermeyen yıllardan korkuyorum.

En arkalarda kalmış topal bir bulut
Vadimizin üzerinden seke seke geçip gitti.
Çengelsiz bir türküyle seslendim arkasından
Filim oracıkta bitti…

*

DEĞMEZ Mİ?

Yokluğunu çalıyor içimdeki orkestra,
Kaslarım yanmış gibi durmadan büzülüyor.

Kimi görsem yollarda benim gibi umarsız
Kayıtsız kaldığım an yüreğim üzülüyor.

Kozasının içinde bunalan kelebeğim
Canânın dünyasında perçemler düzülüyor.

Ülkemin toprağına yâr kadem bastığında
Sular hep çıldırıyor,buzullar çözülüyor.

Mavi bir gülücüğün on çeşit yorumu var
Sanki hergün batımı kızıl nar eziliyor.

Yârin hayali bana bir pençe vurup geçti,
Hâlâ güneşe doğru kartalca süzülüyor.

Ayrılık acısını bir ah’la içe çektim,
Sandım ki haritası göklerde çiziliyor.

KARAKOÇ bir maraldan vurgun yemiş,değmez mi?
Nevbaharın gelişi son kıştan seziliyor.

*

BİR ÇİFT BEYAZ KARTAL

Hangi yayla yeşil, nerde keklik çok
Gel seninle orda olalım çocuk.
Kayalar, kayalar... Sırt sırta vermiş;
Kimi yeni mürit, kimisi ermiş.
Otlar dalgalansın biz yürüdükçe
Sular düze insin kar eridikçe,
Gün burnunda bana mavi mavi gül;
Ağız-burun lâle, kaş ve göz sümbül.
Doruklardan doruklara sekelim,
Bir elim göklerde, sende bir elim;
İkimizin yüreciği bir atsın,
Bizi gören bin katarak anlatsın,

Hangi yayla karlı, nerde çiçek çok
Gel seninle orda olalım çocuk.
Bulutlar, bulutlar iç-içe girmiş
Bulutlar ki göğe perdeler germiş;
Çiğdem devşirelim, çiçek biçelim
Susayınca hep ezgiler içelim
Batmasın eline bir gül dikeni
Sen hep beni kolla, bense hep seni
Çıkıp yükseklerden taş bırakalım,
Kopan sese, kalkan toza bakalım,
Tavşanlar ürkerken bu gürültüden
Kaçan tavşanlara ıslıklar çal sen.

Hangi yayla yüce, nerde kavga yok
Gel seninle orda olalım çocuk;
İster Maraş olsun, ister Erzincan,
Sonsuzluk düşüne set değil mekân,
Başın omzumda, omuzum gökte
Ölüm bir ak çiçek bu özgürlükte,
Yaşamaksa bir ışık cümbüşüdür,
Çağıl çağıl akan sevgi düşüdür.
Hani gökyüzünün toy vakti olur,
Kaynaşırlar yıldızlar bulgur bulgur;
En uzak nereyse ora gidelim,
Bulutları yara yara gidelim.

Hangi yayla serin, nerde bühtan yok,
Gel seninle orda uçalım çocuk.
Meşeler, ardıçlar, çamlar yan yana
Biz kanat çırpınca dursun divana.
Bir çift beyaz kartal, hey bu da nesi?
Diyerek şaşırsın çobanın hepsi;
İlk kez görüyoruz desin görenler,
Bütün oymaklarda dolaşsın haber.
Keşiş dağlarından görünsün İstanbul,
Bütün dağ gölleri ışırken pul pul.
Güzel dost, ey hüzne âşina yürek,
Gel gidelim keklik gibi sekerek.

*

İTİRAF DİLEKÇESİ

Şimdi yalan çıkmanın utancını terliyorum
Ortalık olabildiğince bir kör-duman.
Ben kendi dumanımda boğulurken
Beyaz ve siyah atlarını koşturmuş zaman;
Ihlamurlar çiçek açmış
Rüzgâr ıhlamurların türküsünü söylüyor
Çıkıp bir yelkende oturmam mümkün değil
Utancımın terleri kurumadan
Zamanın dışına sarkamıyorum.

Ihlamurlar çiçek açmış, bense hâlâ burdayım
Kavlimize göre böyle olmayacaktı,
Muhakkak sana gelecektim bir çiçek vakti
Yüreklerinde hasret, seslerinde hasret
Turnalar geçiyor memleket memleket
Bense çaresizlikten bir hurdayım
Akbabaların döndüğü son çukurdayım
Yaşanmamış bir gün, gün değil,
suçu takvimlere bırakamıyorum.

Sebep bir değil, beş değil
Ben birincisini söyleyeyim, ötesi kalsın
Kaderin hükmü bu, temyizi olmaz
Yaşanmış bir süreçtir sana rehin bıraktığım yaz,
Yakamaz, yakıştıramazsın, bugün dün değil,
vefasızlıkla ilgisi yok bunun efendim,
Tek başıma çare üretmekten tükendim
İş karışık, içinden çıkamıyorum.

’Gel' diyorsun sürgülüyken kapılar
Mayın tarlasına düşmüş gibiyim
Kasları, kanatları yanmış bir kuş gibiyim
Geç geldi ve uzaktan geçti bu bahar
Kaderin hükmü bu, nasıl geleyim
Ne başım ayıktır, ne kılavuzum var
Özüm dert evidir, düğün değil
Senin havuzuna akamıyorum.

İki tarla arasında takım belirleyen
Bir taş gibi oturup durdum bütün yıl
Gelen şiir yağmurlarını da kapıdan çevirdim ben
Bir gönül öne geçti, bir akıl
Gel gör ki her zaman kaderin dediği oldu
Bu işi bitirmem mümkün değil
Şair dilim lâl şimdi
Derdimi kolayca dökemiyorum.

Yüzüme tokat gibi yapışıyor bakışların
Gözlerimi kapatsam da karşımda duruyorsun
Ihlamurlar çiçek açmış salkım saçak
Sen beni hep kendi sözümle vuruyorsun
Ağlasam ıhlamurların dallarına kar yağacak
Uzatsan da pasaportumun süresini
Köprü su altında kaldı, bugün dün değil
Kaçağım, yüzüne bakamıyorum.

*

ACELEM VAR

Yarına hükmüm geçmez, heybemde azığım yok
Ecel pusuda bekler ve benim acelem var.
Karanlığın çiğ sesi kalkansız karşılanmaz
Çırpınır tutunacak dalı olmayan kuşlar
Benim de acelem var! ...

Yırtık bir paraşütle gökten atlamak olmaz
Toprak kucak açsa da düşmeden donar kanın.
Mum eriyip bitiyor, zaman deli bir rüzgâr
Son nefes ki takvimde hasatı ölü bir yaz
Ve benim acelem var! ...

Bir bineğim olsun ki rüzgârdan hızlı uçsun
Yeri göğe bağlasın som tevhid urganıyla.
Üstüme kar yağarken içimden tepsin bahar
Dost gönlümü ısıtsın yıldızlı yorganıyla
Benim ki acelem var! ...

Aynayı ayna yapan ışık ile gören göz
Tara kâküllerini çökmeden karanlıklar.
Kuş kafesten uçanda dövünmek neye yarar
Bir kez orman yanmasın neye yarar kül ve köz
Bundan ki acelem var! ...

Şeytanı karıştırma, hep sağlam pusat kuşan
“Biraz daha! ” diyenin avını uyku taşlar.
Yörük atlar aksamaz besmele göynüğünde
Son dergâhta yavaşlar
Ve benim acelem var! ...

Yarın için tapum yok, Hakk’tan gayri kapım yok!
Hamurum mayalandı ve benim acelem var! ...
Her şiirde ruhumu ateşlere veririm
Bir yandan balım akar, bir yandan torçum akar
Yüzü ak gitmek için bu günden acelem var! ...

*

ANLARIM ANLATAMAM

Eprimiş giysiler gibi hüzünlü, yorgun
Ve dopdolu bir hâlin var ki anlarım anlatamam! ...

Seslensem dökülecek gülleri gözlerinin
Bu bir deli bahar ki anlarım anlatamam! ...

Has kokunu bir rüzgâr yaralamış süt çağı
Bu öyle bir rüzgâr ki anlarım anlatamam! ...

Yüreğinin parkına ışık ekerken kuşlar
Bu sevdada ne var ki anlarım anlatamam! ...

Ey canımın toprağı, sevincimin kumaşı!
Bu çokluk o kadar ki anlarım anlatamam! ...

Gökleri kucaklarım senin esenliğine
Bu sevgi bir pınar ki anlarım anlatamam! ...

Yüreği yaka yaka derinden akmak nedir?
Gülüm, KARAKOÇ der ki anlarım anlatamam! ...

*

SANA YAZDIM

Mürşidimi soranlara, hep seni tarif ettim,
Her zaman dizlerinin dibiydi, benim mektebim;
Ben tuttum sabırla çile çile yazdım...

Çeksen bile koruyucu kanatlarını üstümden,
Senin öğrettiklerinle şimdi ben ayakatayım;
Anlarsın, bu şiiri sana yazdım...

Her gece yıldızları yakan elimsin diye,
Beynime, yüreğime tercüman dilimsin diye
Adını adımla bile bile yazdım...

Dil susunca uğuldar içimizde ki mağara,
Gönül Mansur gibi bin kez çekilip dara;
Anladım adını güle yazdım...

Şair oğlu şairim, redd-i miras hakkım yok,
Gider gittiği yere, yaydan fırlayan ok;
Bunu her menzile yazdım...

*

KARDEŞÇE

Aşk deyince duman çöker gözlere
Vuslat sana,hasret bana gülümser
Ruhum pervazlanır nebülözlere
Ay sulara,toprak cana gülümser

Her gece dolaşık düşler görürüm
Gölgemi gittiğim yere sürürüm
Her sabah duyduğum sese yürürüm
Dil ehline,göz civâna gülümser

Ha gayret de bıçkın gönül ha gayret
Yüksel gök katına,arz’ı seyran et
Sırt sırtadır dünya ile ahiret
Zemin berkse hep tavana gülümser

Ses atları alışınca eyere
Süvariler hazır demek sefere
Önde giden artta gelen nefere
Aras nehri Nahçivan’a gülümser

Ağrı göğe bakar,Kars’sa Iğdır’a,
Rüzgâr bulut toplar yağmur yağdıra
Dağlar da,kentler de hep sıra sıra
Erzurum’sa Erzincan’a gülümser

Yiğitler kadaya karşı duranda
Rüzgârlar uğuldar ulu Turan’da
Ay’ın şavkı yüreklere vuranda
Yüce dağlar âsümâna gülümser

*

EYLÜLE GAZEL-I

Tepeler gözüme şakul görünür
Ay bir civan, bulut kakûl görünür.

Hangi atın eyerinden doğrulsam
Her yaprak sarı bir bülbül görünür.

Tarifi zor gönlümdeki güzelsin,
Kaşları yay, saçları tül görünür.

Görende mi hüner, görünende mi?
Isırgana baksam sümbül görünür.

Ufku boylar her busenin alevi
Ve her ateş kızıl bir gül görünür.

Gönül, dostun kokusunu alınca
Değnekten at yahşi düldül görünür.

Aşkın darasını düşsem özümden
Kuru ömrüm bir avuç kül görünür.

Aşk merkezli KARAKOÇ'un gözüne
Bütün yorgun aylar eylül görünür…

*

EYLÜLE GAZEL-II

Şükür ki sevgiliyle beraberiz
Birlikte kotarır yer ve içeriz.

El-ele gezeriz sahil boyunca
Martı olur, turna olur uçarız.

Denizi dinleriz dolunay vakti
Uzak ufuklara yelken açarız.

Biz yıldız toplarken hava bozulur
Yağmur başlar, yuvamıza kaçarız.

Bir toprak kokusu siner yuvaya
Renk renk hülya kumaşları biçeriz.

Biz bize yaşarız maziyi, hâli
Anılarla geleceğe göçeriz.

Gülümser dünyaya güz çiçekleri
Gülümser, çevreye ışık saçarız.

Bahçelerden yansır eylülün yüzü
Fasl-ı hazan der de fasıl geçeriz.

En olgun, en tatlı meyve sorulsa
Meyveler içinde aşkı seçeriz.

KARAKOÇ, firkatten davacı olma
Sübut delili az, dilde nâ-çarız! ...

Kaynak:www.antoloji.com



bahattin karakoç kimdir, bahaettin karakoç kimdir, bahattin karakoç'un hayatı, bahattin karakoçun eserleri, bahattin karakoçun şiirleri, ıhlamurlar çiçek açtığı zaman şiiri, şairler ve yazarlar


RASİM ÖZDENÖREN SÖZLERİ

10 Ekim 2018 Çarşamba / No Comments
rasim özdenören, rasim özdenören şiirleri, rasim özdenören sözleri, rasim özdenören bitişi olmayan şiir, bitişi olmayan şiir, yedi güzel adam sözleri, kahramanmaraşlı şairler, maraşlı şairler

BİTİŞİ OLMAYAN ŞİİR

Tak tak ayak seslerini aç köpeklerin işittiği bir yer vardır. Orası aynı zamanda
yıldızların kaydığı yerdir de…

Buzul çağından kalma virüslerle sanal

virüslerin oynaştığı düzlemi biliyorsunuz.

Köpük kabuklarının

Ay parçasına dönüşmüş iç denizlerin

İç denizlerde yitmiş olan yıldızların en

mahrem yerindeki kara parçalarının

Yağmur homurtularının

Ve homurtulu yağmurun

Buluştuğu bir yer vardır…

Sevgililerin ruhu orada

Kızgın tavada kaynayan yağın içine damlatılmış toplu iğne başı büyüklüğündeki bir asit kabarcığıdır: ortalığı velveleye verir sıçrayışları coşku dolu bir cümbüştür yağ kabarcıkları

birbirine çarpıp hırçınlaşarak gazaba gelip

kudurarak buluşur.

Sokak içleri mutlaka yağmurludur.

Ve mutlaka o kasabadan bir tren geçer.

Tren istasyonu

Kasabanın tam da orta yerindedir.

İtiraf edilmemiş aşka musap aşıkın trenden ineceği istasyon tam da bu kasabadadır. Ve

sevgilinin evi istasyon civarındadır.

Filmin başladığı ve koptuğu yer…

Serseri aşık oralarda dolaşır.

Başından aşağıya yağmursuları boşalır.

Trençkotunun kirden kapkara yağ bağlamış dikiş yerleri yağmur suyuyla kabarmış yağmur suyunun incecik selleri aşığın boynundan aşağıya incecik derecikler halinde

kayıp durmaktadır…

Sevgilinin evinin yakınındadır ya, bu her şeye bedeldir. Bütün bir ömür boyu o evin karşısındaki küçücük parkta, o parkın kanepesinde, bu yağmur üstüne kovayla boşalırken beklemeyi göze alabilir.

Orada ıslanarak, kahrolarak, mahvolarak şiirler terennüm etmek, söylenmemiş ne kadar şiir varsa hepsini bir anda, iç içe söylemek,

söylediğini baştan sona bir kez daha tekrarlamak ve bütün tekrarları parçalayıp atmak

Parçalanmış şiir kağıtlarını uçsuz bucaksız denizlere savurup onlardan donanma yapmak

Donanmayı ağır aşklara refakatçi kılmak

Ve böyle böyle yolculuğu sürdürmek:

beklediği budur.

Çocukluğun ilk aşkı ordadır, dilek

tutulur, parmak uçları birbirine dokunur

sonra bilgiçlikler delirmiş kan kanda

topaklanan bilginin bilgisi seslenirsin imdat der gibi bir sabah vakti bilgin! bilgin!

Bilgin azizleşir muazzez aşkın toy sevgilisi olur.

Her aşk bir afet ve felaketse, her aşk bir belaysa.. aşıkı kovalar.

Aşık sevgilinin ardındaysa, bela da aşıkın ardındadır. Kovalar onu. Bitişsiz olarak, ölümsüz olarak, müebbede hükümlü olarak..
*
SÖZLERİ:

”Allah’tan başkasına kulluk edeni Allah her şeye kul eder.”
*
”Hem milliyetçi olacaksınız hem de anti emperyalist bu mümkün değil.”
*
”Müslümanın anti emperyalist oluşu, basit bir siyasi tavır alma meselesi olarak yorumlanmamalı.”
*
”Sözünün söylenmeye değer olduğuna inanan kimsenin bu sözünü söylemekten vazgeçtiğine tanık olunmamıştır.”
*
”Müslüman çağın gözüyle İslama bakmaz, İslamın gözüyle çağa bakar.”
*
”Aslında, ilim denilen vakıanın mücerret gayesi, insanın kendi nefsini beğenmekten alıkoyması, artı, ilinde derinleştikçe, kendi hiçliğini, aczini daha derinden hissetmesine yol açmasıdır.”
*
”Yanan her yürek, nerde bir alçak varsa onun yüreğine saplanan bir hançer olmalı.”
*
”İnsan ancak Allah’ın rızası için hareket ederse hasbiliğini de nefsinin iğvalarından korumuş olur. Yoksa mücerret hasbî olma iddiası insanı kolaylıkla nefsinin rızasına râm edebilir.”
*
”Hem bu deveyi güdecek, hem bu diyarda kalacağız. Çünkü deve de bizim, diyar da.”
*
”Ama ”kendini bilme”den maksat, temelde, ”kul” olduğunu bilmesidir.”
*
”Küstaha şefkatle davranıldığında yola geleceğini düşünen aldanır: ona, onun anlayacağı dille konuşarak haddi bildirilmelidir.”
*
”Kimi zaman başkalarının adaletindense, kendi inandıklarına sığınmak yeğdir.”
*
”Oysa zaman belki bir ömür boyu süren bir tek andır.”
*
”Çünkü beklemek çok korkunçtur, usul usul geleceğini bilerek ama ne zaman ölüm meleğinin kanadını açıp kendisini kapacağı anı bilmeden, bu meçhul anı bilmeden beklemek.”
*
”Herkes kendi görüşünü, kanaatini dile getirmek için demokrasi istiyor, fakat aynı haktan başkasının yararlanmasına sıra gelince, bunu, üstelik demokrasinin geleceğinin tehlikeye düşebileceği gerekçesiyle önlemeye çalışıyor. Niçin?”
*
“İşte yaşamak dediğin böyle ikilemlerden, zor sorulardan ibaret.”




rasim özdenören, rasim özdenören şiirleri, rasim özdenören sözleri, rasim özdenören bitişi olmayan şiir, bitişi olmayan şiir, yedi güzel adam sözleri, kahramanmaraşlı şairler, maraşlı şairler

TERÖRÜ LANETLİYORUZ!

/ No Comments
 Teröre Lanet Sözleri, Teröre Lanet Sloganları, Teröre Lanet Sözleri Kısa, Teröre Lanet Sözleri Facebook , En Güzel Teröre Lanet Sözleri, Teröre Lanet Kısa Sözleri

TERÖRE LANET SÖZLERİ

”Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin. Hayır, onlar diridirler. Ancak siz bunu bilemezsiniz.(Bakara 154) Vatanımıza kast edenin kanı kurusun. Milletimizin başı sağolsun.”

”De ki: Ey kafirler yenileceksiniz ve toplanıp cehenneme sürüleceksiniz. (Al-i İmran 12) Teröre ve teröre bulaşanların sonu budur. Başımız sağolsun. ”

”Bize vatan delisi diyorlar, kafayı vatanla bozmuşsunuz diyorlar! Çok şükür kafamız bozuk, kanımız değil.”

”Terörü yapana, terörü destekleyene, terör üzerinden siyaset yapana lanet olsun.”

”Masum insanların canına kast eden bu lanet insanları Allah Kahhar ismiyle kahretsin.”

”Lanet olsun ki en şiddetlisi şehitlerimizin döktüğü kanların içinde boğulsunlar yok yok onların kanlarına kirletmesinler asıl kendi kanlarında boğulsunlar.”
”Cennet vaadiyle dünyayı cehenneme çevirenlere de lanet olsun.”

”Terörü lanetliyor, hayatlarını kaybeden vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet, yaralılara acil şifalar diliyoruz. Tüm ulusumuza başı sağolsun.”

”Dünyanın her noktasında ülkemde olduğu kadar diğer ülkelerde de masum insanları öldüren her kimse ona lanet olsun.”

”Mazlumun öç aldığı gün, zalimin zulmettiği günden daha korkunçtur. (Hz.Ali) Allah geride babasız kalan yavrularımıza yardım etsin. Milletimizin başı sağolsun.”

”Masum vatandaşlarımıza yönelik bu akıl ve vicdan yoksunu saldırıları gerçekleştiren kirli elleri, nefesimiz tükenene kadar lanetlemeye devam edeceğiz.”

”Temennimiz ülkemizin bir an önce barış ve huzur ortamına kavuşmasıdır. Bu topraklarda kaybedilen her can bizim canımızdır.”

”Damarlarındaki kan deli gibi akarken tek düşünceleri vardı: Bin yıllık Türk yurdunu bölmek isteyen gafillere karşı durmak! Al bayrağın gölgesinde nöbet tutarken can verip şehitlik mertebesine ulaşmaktır.”

”Birlik ve beraberliğimize, ülkemizin huzuruna kasteden saldırıları lanetliyoruz.”

”Konuyorsa dalına bölücü leş kargaları: Dal kesilsin. Bölücüler şehre kadar iniyorsa dağdan: Yol kesilsin. Eğer ki askerime kurşun sıkıyorsa: Kol kesilsin. Bu vatana ihanet eden baş ise: Baş kesilsin.”

”Terörün; dili, dini, mezhebi, genci, yaşlısı olmaz. Allah Mehmetçiğimize Polisimize yardım eylesin. Terörün her türlüsüne lanet olsun.”

”Onlar, delikanlı çağında, millet ve vatan aşkıyla ellerine silah aldılar. Hepsi birer ana kuzusuydu ama tüfek kuşanıp da, bölücü kurşunlarına karşı göğüslerini siper ederken aslan kesildiler.”

”Biz korkak değiliz ki saklanalım, biz çakal değiliz ki kaçalım, biz kahpe değiliz ki sırtından vuralım. Biz Türk’üz Kardeşim.”

”Milletimizin birlik ve beraberliğine, kardeşliğine ve geleceğimize kasteden bu saldırılar hiçbir zaman amacına ulaşamayacaktır. Ülkemizin huzur, güvenlik ve istikrarını bozmayı amaçlayanlar karşısında milletimiz tek yürek olarak kararlı bir duruş sergileyecektir.”

”Terörden dolayı, Türkiye’nin herhangi bir yerinde tek bir vatandaşımıza dahi zarar gelmeyene kadar milletçe tek vücut olmalı ve terörü yaratan tüm faktörlere karşı ortak bilinçle hareket etmeliyiz.”

”Ama ağlamak yakışmaz yinede gurur duyarız. Çünkü uğruna şehit düşebilecek kadar sevdiğimiz vatanımız, toprağımız ve Milletimiz var. Vatan sağolsun!”

”Al kanıyla suluyor toprağımı şehidim. Bu vatana veriyor gül canını şehidim. Dünya duysun bilinsin Türk’te şehit tükenmez. Bayrak inmez, şehit ölmez, bu aziz vatan bölünmez!”

”Bu gün Türk bayrağını yakarak, vatanıma göz dikerek, Mehmetçiğimize ateş ederek mutlu olacağını sanan gafillere, teröristlere ve nankörlere sadece üç kelimelik mesajım var. Unutmam, unutturmam, affetmem.”

”Dağda üç beş domuz sürüsü. Tutturmuş bir Kürdistan türküsü. Eline almış bayrak diye bir masa örtüsü. Satsan beş para etmez ne dirisi ne de ölüsü. Soyu soysuz olan sensin toprak senin neyine. İte itlik yapıp kafa tutma beyine. Anlasa dediğimi sokaktaki köpek ağlar haline. Duy ulan soysuz Ne Mutlu Türk’üm Diyene! Size tek sözüm budur.”






Teröre Lanet Sözleri, Teröre Lanet Sloganları, Teröre Lanet Sözleri Kısa, Teröre Lanet Sözleri Facebook , En Güzel Teröre Lanet Sözleri, Teröre Lanet Kısa Sözleri

DEVLET NEDİR?

3 Ekim 2018 Çarşamba / No Comments

DEVLET

Medine devletinin kendine özgü yapısı, gerek devleti oluşturan fertlerin siyasî üyelik şuurlanmalarına gerek siyasî liderliğin oluşumuna, gerekse devlet-fert ilişkilerine doğrudan aksetmiştir. Medine vesikası (anayasası), kabileyi esas alan üyelik anlayışını temelinden sarsan yeni bir siyasî üyelik tanımına giderken (bk. ANAYASA) Resûlullah’ın hayatın bütün alanlarına yayılan şümullü liderliği, o dönem Arap toplumundaki kabile yapısında ve Ortaçağ Avrupa toplumlarının feodal yapılarında hâkim olan daraltılmış ve ferdîleşmiş otorite kalıplarını aşan bir devlet anlayışını beraberinde getirmiştir. Devlet yapısının kısa zamanda siyasî güç olarak örgütlenmesi ve yayılması böylece mümkün olmuştur.

Hz. Peygamber’in vefatından sonra İslâm ümmetinin karşılaştığı ilk ve en önemli mesele siyasî liderliğin tesisi olmuştur. Resûl-i Ekrem’in liderliği vahye dayanan bir bilgiden kaynaklanıyordu ve bu anlamda hayatın herhangi bir sahası ile sınırlı değildi. Bu kesin ve tartışmasız liderlikten hilâfet sistemine geçiş, İslâm ümmetinin devlet anlayışının temel dönüm noktasını teşkil etmiştir. Hz. Ebû Bekir’in halife seçilmesiyle başlayan bu yeni dönemde siyaset ve devlet olgusu insanın sorumluluk, kabiliyet ve ehliyet alanı içinde kavranmıştır. Bu örnek uygulama ile devletin teşekkül ve devamında ihtiyaç duyulan bilgi kaynağını ilmî ictihadlar sağlarken siyasî liderliğin tesis edilme yöntemi de ümmetin şûra ve biatı şeklinde ortaya konmuş, bu yaklaşım özellikle Ehl-i sünnet’in asırlar boyu temel anlayışını oluşturmuştur. Buna karşılık Şîa, siyasî liderliğin tayin ve tesisinde nassın esas alınması gerektiğini ileri sürmüş ve tevarüs esasına dayalı bir imâmet teorisi geliştirmiştir.

Hz. Ebû Bekir döneminin iki önemli icraatı olan yalancı peygamberlerle savaş ve zekât ödemeyenlerin cezalandırılması, devletin siyasî merkez ve güç olarak müesseseleşmesinde önemli rol oynamıştır. Yalancı peygamberlerle savaş, Hz. Peygamber’den sonra gaybî bilgiye dayalı hiçbir otorite iddiasının ve güç organizasyonunun mümkün olamayacağını ortaya koyarak Ebû Bekir’in ümmetin seçim ve ittifakı ile şekillenen hilâfetinin yalancı peygamberlerin otoritesinden üstün olduğunu pekiştirmiş ve merkezî siyasî güç örgütlenmesine alternatif olan herhangi bir gücün tanınmayacağını göstermiştir. Zekât vermeyenlerle savaş ise ilk halifenin siyasî devlet otoritesinin Hz. Peygamber’in otoritesinden bilgi kaynağı bakımından farklı, fakat meşruiyeti ve etki alanı itibariyle aynı olduğunu tescil etmiştir. Böylece devletin, şûra ve biat esasları etrafında müesseseleşmesi garanti altına alınmış ve hızla genişleyen İslâm coğrafyası üzerinde dağınıklık ve anarşiyi engelleyecek, adalet ve dengeyi sağlayacak merkezî siyasî güç organizasyonu yani devletin etkinliği mümkün olmuştur. Hz. Ömer, Osman ve Ali dönemlerinde bu yapılanma İslâmî esaslar etrafında gelişmeye devam etmiştir. Üçüncü halifenin vefatı ile birlikte başlayan tartışmalar İslâm ümmeti içinde farklı devlet anlayışlarının ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bununla birlikte Hulefâ-yi Râşidîn dönemi, devlet anlayışı ve müesseseleşmesi itibariyle daha sonraki dönemlere ait uygulamaların İslâmîliği konusunda kaynak ve mikyas kabul edilmiştir. İlk dört halifenin belirlenme biçimleri de siyasî liderliğin oluşmasında uygulanabilecek olan genel seçim ve ittifak, aday gösterme ve gösterilen adayı cemaatin onaylaması, ehlü’l-hal‘ ve’l-akd topluluğu teşkil etme, çoğunluğun biatını alma gibi çeşitli yöntemleri ortaya koymaktadır. Bu dönemdeki farklı uygulamalar, devletin temel siyasî ve ahlâkî hedeflerine sadık kalındığı sürece müesseseleşme konusunda esnek ve yenileşmeye açık bir anlayış geliştirilebileceğini göstermektedir.

Emevîler’le birlikte başlayan dönemin devlet anlayışı ve yapısı itibariyle farklılıkları bu temelde ortaya çıkmaktadır. Öncelikle Ömer b. Abdülazîz dönemi istisna olmak üzere, Emevî uygulamaları dört halife döneminin aksine daha sonraki uygulamalar için bir delil teşkil etmemektedir. Bu dönemle birlikte İslâm coğrafyası içinde kalan İslâm öncesi devlet geleneklerinin müesseseleşme düzeyinde özümlenmesi süreci başlamıştır. Siyasî liderliğin oluşmasında tevarüs ve saltanat sistemine geçiş bu dönüşümün en açık örneğidir. Fakat bu durum, İslâm siyasî müesseseler tarihinin İran ve Bizans geleneklerinin yeknesak bir taklidinden ibaret olduğunu iddia eden şarkiyatçı geleneği haklı gösterecek boyutlarda değildir. İslâm medeniyetinin tarihî seyir içinde oluşan kendine özgü yapısını reddetmeyi hedefleyen şarkiyatçı görüşün düştüğü en büyük hata, siyasî müesseseleşmeyi ve devlet örgütlenmesini sadece siyasî liderlik oluşumundan ibaret görmesidir. Bu basite indirgeyici yorumun aksine, İslâm tarihi içinde devlet anlayış ve yapısının gelişmesi, bazan yargı-yürütme ilişkisinde olduğu gibi kendine özgü ve orijinal müesseselerin ortaya çıkışına, bazan da vezâret gibi başka siyasî geleneklerden tevarüs edilmiş müesseselerin İslâmî esaslar açısından yeniden yorumlanmasına göre şekillenmiştir. Öte yandan Emevîler’le başlayıp devam eden saltanat uygulamalarını bir tek genel çerçevede değerlendirmek mümkün değildir. Siyasî müesseseleşmenin zihniyet temeli aynı kalmakla birlikte uygulamadaki farklılıkların son derece zengin bir çeşitliliğe yol açtığı muhakkaktır. Emevîler’de siyasî uygulamaları etkileyen kabile anlayışının Abbâsîler’de ve özellikle Osmanlı millet sisteminde devam ettiğini veya İslâm öncesi geleneklerin basmakalıp akisleri olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Çünkü aksi bir görüşle, Batı feodal iktisadî yapılarının İslâm tarihinde görülmeyişini ve feodalleşmeye yönelik bozulma temayüllerinin hiçbir şekilde siyasî meşruiyet kazanmayışını açıklamak mümkün görülmemektedir. Temel yaklaşım olarak İslâm tarihi içinde siyasî müesseseleşme seviyesinde esnek bir tavır takınıldığı, fakat özellikle âlimlerin bu müesseseleşmenin İslâm toplumuna uyarlanması düzeyinde ayıklayıcı bir görev üstlendikleri söylenebilir. “el-Ahkâmü’s-sultâniyye” ve “es-Siyâsetü’ş-şer‘iyye” türündeki eserler bu çabanın ürünleridir. İbn Teymiyye’nin, sadece bir veliahtın tahta oturtulmasını değil sıradan devlet memurluklarına akrabalık dolayısıyla yapılan tayinleri bile şiddetle tenkit etmesi bu konuda çarpıcı bir misal olarak zikredilebilir (es-Siyâsetü’ş-şeriyye, s. 14-16).

Hilâfet döneminde devlet kavramı ve örgütlenmesi, millet-devlet tanımlamasına dayalı milletlerarası sistemin anlayışından çok farklıdır. Bu anlamda “dârülislâm” kavramı, siyasî güç örgütlenmesi çerçevesinde ifadesini bulan devlet anlayışının ötesinde bir dünya sistemini veya düzenini aksettirmektedir. Dolayısıyla dârülislâm tek tek devletlerden daha kapsamlı bir siyasî-hukukî alan oluşturmaktadır. Devlet kavramının, merkezî hilâfet otoritesinin zayıfladığı dönemlerde, özellikle Abbâsîler’in son devirlerinde merkezden bağımsız veya özerk otoriteler (sultanlıklar) için kullanılmış olması bu açıdan son derece anlamlıdır. Bir başka ifadeyle dârülislâm ve dârülharp modern anlamda iki ayrı millet-devletin değil iki farklı milletlerarası düzen anlayışının karşılığıdır. Merkezî siyasî otorite olarak hilâfetin gücünü hissettirdiği dönemlerde gerek devlet anlayışında gerekse devlet örgütlenmesinde merkezîleşme temayülü ağırlık kazanırken bu müessesenin gücünü yitirdiği dönemlerde aynı dünya sistemine dayalı farklı devlet örgütlenmeleri ortaya çıkmıştır. Memlükler’in koruması altındaki Abbâsî hilâfetiyle Osmanlı hilâfeti arasındaki fark bu çerçevede dikkate değer bir örnek teşkil etmektedir.

İslâm tarihi içinde devlet anlayışındaki en önemli değişmelerden biri, hilâfetin ortadan kalkışı ve sömürgeci döneminin ardından ortaya çıkan millet-devlet örgütlenmesine geçiştir. Bu dönüşüm, gerek teorik gerekse pratik devlet anlayışında ciddi bir hesaplaşma zorunluluğunu beraberinde getirmiştir. Öncelikle devlet, hukukî ve ahlâkî bir hayat anlayışını siyasî anlamda hayata geçiren bir araç olmaktan çok modern milletlerarası sistemin bir unsuru olarak anlaşılmaya başlanmıştır. Böylece alternatif bir dünya sistemini çağrıştıran dârülislâm anlayışı yerini, hâkim sömürgeci devletler tarafından oluşturulan milletlerarası sistemin parçası ve elemanı olma anlayışına terketmiştir. Bu milletlerarası sistemin tanımadığı unsurların, kendi içinde siyasî güç örgütlenmesinin bütün gereklerini yerine getirmeleri halinde dahi devlet olarak kabul edilmeleri imkânsız kılınmıştır. Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra yaygınlaşan müslüman toplumların bağımsızlık mücadeleleri, müslüman nüfusa dayanan millet-devletlerin ortaya çıkışı ile sonuçlanmıştır. İslâm Konferansı Teşkilâtı, bu yeni dönüşümü yaşayan millet-devletlerin bir araya gelme çabasından doğmuştur. Fakat başka bir siyasî anlayışın esaslarına göre şekillenen bu millet-devletlerin gerçek bir siyasî meşruiyet temeline dayanıp dayanmadıkları müslüman toplumlar nezdinde sürekli tartışma konusu olmuştur. Bu devletler yeni siyasî kimlikler oluşturmuşlarsa da bu kimlikler tarihî temelden yoksun oldukları ölçüde iç çatışmalara ve çelişkilere yol açmıştır. Bu tarihî-dinî temelin yerine millet-devlet olgusunu ikame etmek isteyenler, devletin İslâmî-ahlâkî idealleri gerçekleştiren bir araç olduğu anlayışını terkederken buna karşı çıkanlar İslâmî devlet kavramını geliştirmişlerdir. Bu dönemde İslâmî devlet, dârülislâm ve hilâfet anlamında alternatif bir milletlerarası sistem oluşturmaktan çok bir millet-devletin İslâmî esaslara göre düzenlenmesi şeklinde yorumlanmıştır. Pakistan tecrübesi bu açıdan İslâm tarihi içinde millet-devlet fenomeniyle hesaplaşmanın ilginç bir örneğini teşkil etmektedir. Bu millet-devletlerin hukukî anlamda tek tek dârülislâm olmaları, alternatif bir milletlerarası hukuk ve siyaset sistemi oluşturmalarını sağlayamamıştır. Bu sebepledir ki bugün İslâm dünyasındaki devlet anlayışı ve yapılanması toplumdan topluma farklılıklar göstermektedir. Bazan aynı toplum içinde dahi farklı devlet anlayışlarının varlığı kaçınılmaz olmuştur. Yaşanılan geniş çaplı medeniyet çatışmasının sonucu olan bu farklılıklar, günümüz İslâm toplumlarındaki siyasî istikrarsızlığın ve dinamizmin temelini teşkil etmektedir.

İslâm Siyâsî Düşünce Tarihi ve Devlet Anlayışı. İslâm siyasî düşünce tarihi içindeki farklı yaklaşımları devlet anlayışları açısından altı ana grupta incelemek mümkündür.

a) İslâm Hukukunda. İslâm siyasî düşünce tarihi içinde en önemli kaynakları, İslâm hukukunun metodolojisi çerçevesinde devleti ve siyasî yapılanmaları yorumlayan eserler oluşturmaktadır. “el-Ahkâmü’s-sultâniyye” ve “es-Siyâsetü’ş-şer‘iyye” gibi isimler altında toplanan bu eserlerde devlet anlayışı, siyasî gerçekliğin İslâm hukuku açısından yorumlanması ve yönlendirilmesi şeklinde ortaya konmuştur. Mâverdî’nin el-Ahkâmü’s-sultâniyye’si bu türün en tipik örneğidir. Müellif bu eserinde bir yandan Kur’an ve Sünnet’e dayanan bir siyaset teorisi geliştirmeye çalışırken öte yandan İslâm toplumunun siyasî hayatına girmiş müesseseleri İslâmî prensipler ışığında yeniden yorumlamaya ve ahlâkî denetim altına almaya gayret sarfetmektedir. Bu eserlerde ortaya konan devlet anlayışı ve yapısında hukukun belirleyici rolü ağırlık taşımaktadır. Varılan her hüküm ve her sonuç İslâm hukuku çerçevesinde delillendirilmeye çalışılmış, teori bu temel prensip üzerine inşa edilmiştir. İmâmet müessesesinin şeriatın bir gereği olduğu fikri hukuk-devlet ilişkisini açık bir surette ortaya koymaktadır (bk. İMÂMET). Hukukun hayata geçirilmesi için devletin varlığı kaçınılmaz bir zorunluluktur. Mâverdî’nin, daha eserinin ilk satırlarında bu konuda Mu‘tezile âlimi Ebû Bekir el-Esam hariç bütün ümmetin icmaının varlığını vurgulaması bu ilişkinin yansımasıdır. Mâverdî eserin ilerleyen sayfalarında devletin işleyiş şartlarını ve yapısını bu temel üzerine ve İslâm hukuk usulü çerçevesinde tesbit etmektedir. İbn Teymiyye de es-Siyâsetü’ş-şeriyye adlı eserinde devletin hukukî gerekliliğini velâyet kavramı ile toplumun diğer idareci kesimine ve kamuya yaymaktadır. Bu kavramla devlet, Kur’ân-ı Kerîm’in emaneti ehline teslim etme prensibine dayanmak zorundadır. Bu noktada ahlâkî idealizm ile siyasî gerçekçiliğin kesiştiği bir siyasî kültür ve mesuliyet alanı oluşmaktadır. Böylece devlet anlayış ve yapısı felsefe geleneğinin aksine (aş. bk.), var olan siyasî gerçeklikten bağımsız ideal bir tasavvur değil gerçeğe aksettirilmesi gereken hukukî bir zorunluluktur. Fakat bu zorunluluk katı yapılara dayalı bir siyasî gerçekçiliği beraberinde getirmez. Aksine yapıların ahlâkî ve hukukî idealleri yaşatmak için var olduğu esası kabul edilir. Bu eserleri, Avrupa’da millî devletlerin müesseseleştiği XIX. yüzyılda yaygınlaşan ve devleti katı formellegal çerçeveler içinde inceleyen eserlerden ayıran husus da bu özelliktir. Bazan siyasî gerçekliğin hukukî idealizmi gölgelediği meşrûlaştırmalar söz konusu ise de bu durum bu tür eserlerin usule dair özelliği olmaktan çok uzaktır ve fer‘î hükümler şeklindedir. Söz konusu eserlerde devlet temel müesseseleriyle tanımlanıp belli bir hukukî yaklaşım içinde ele alınmakta ve adı geçen her müessese hukukun öngördüğü ahlâkî prensiplerle yorumlanmaktadır.

b) Kelâmda. Kelâm ilmi çerçevesinde imâmet meselesi üzerinde odaklaşan tartışmalar İslâm siyasî düşünce geleneğinin bir parçasını oluşturmaktadır. Fakat bu tartışmalar bir devlet modeli ve yaygın bir devlet anlayışı oluşturmaktan çok akîde ile siyasî liderlik arasında teorik bir ilişki kurmaya yöneliktir. Klasik dönemde imâmet bahsinin ilahiyyât ve tabîiyyât konuları ile birlikte ele alınmış olması bu yüzdendir. İmâmet veya hilâfet başlığı altında ele alınan tartışma konuları, özellikle Hulefâ-yi Râşidîn dönemini kapsayan İslâm riyaset tarihinin belli bir açıdan temellendirilmesi, yorumlanması ve meşrûlaştırılmasına yöneliktir. Söz konusu tartışmaların yönlendirici fikri ise devlet başkanının seçimle mi yoksa nasla mı belirleneceğidir. Şîa’nın nasla belirleme şeklindeki telakkisi, Hz. Ali’yi öteki sahâbî topluluğu aleyhine yücelten ve devlet başkanlığını yalnızca onun nesline inhisar ettiren telakki ile birleştirilmiş ve ortaya diğer üç halifenin iktidarını meşruiyet açısından sorgulayan bir imâmet doktrini çıkmıştır. Ehl-i sünnet ve Mu‘tezile kelâm geleneğinde imâmete dair görüşlerin Şîa doktrininin temel iddialarına karşı geliştirilmesi bundan dolayıdır.

Eş‘arî, dört halifenin iktidara geliş sırasıyla onların efdaliyeti arasında paralellik görmüş, müslümanların toplu biatını siyasî meşruiyetin temeli saymış ve sahâbîler arasındaki siyasî münakaşaları tabii ictihad farklılıklarına dayandırmıştır (el-İbâne, s. 251-261). Aynı geleneğe bağlı Bâkıllânî, siyasî otoritenin ya nas veya seçim yoluyla temellendirilebileceğini, ortada delâleti apaçık mütevâtir bir nas bulunmadığına göre “akd”in seçimden başka bir temeli olamayacağını ve erdemli müslümanlar topluluğundan oluşan ehlü’l-hal‘ ve’l-akdin bu seçimi üstlenmesi gerektiğini belirtmiştir. Onun ele aldığı diğer konular arasında devlet başkanında bulunması gereken vasıflar, devlet başkanının iktidardan hangi durumlarda düşürüleceği veya kendisine itaatin hangi şartlarda farz olmaktan çıkacağı gibi hususlar da yer almaktadır (et-Temhîd, s. 164-239). Fahreddin er-Râzî ise bu ve benzeri konulara ilâve olarak devlet başkanının gerekliliği meselesinin naklî ve aklî temellerini tartışmış ve Ehl-i sünnet’e aykırı yaklaşımları reddetmiştir (el-Erbaîn fî usûli’d-dîn, II, 255-320). Bu tartışma konularını Mu‘tezilî perspektiften inceleyen Kadî Abdülcebbâr’ın el-Mugnî adlı hacimli eserinin imâmete ayrılan cildi de (XX/1) kelâmda siyasî otoritenin temellendirilişi konusunda sistematik bir örnek teşkil etmektedir. Şîa kelâmında ise bu konudaki literatür hayli geniştir. Bunlar arasında, İbn Teymiyye’nin Minhâcü’s-sünne adıyla önemli bir reddiye yazdığı, İbnü’l-Mutahhar el-Hillî’ye ait Minhâcü’l-kerâme fî marifeti’l-imâme tipik bir misal olarak zikredilebilir. Bu ve benzeri Şiî eserlerdeki ana fikre göre Allah adalet, hikmet ve lutfu gereği resulünden sonra nebevî fonksiyonları yerine getirecek devlet başkanlarını nasla belirlemiş olmalıdır. Zira imâmet, insanların seçimine bırakılmayacak kadar önemli bir husus olup nas yoluyla tayin Allah’ın üzerine vâciptir. Bundan dolayı siyasî otorite, nasla belirlendiği ileri sürülen Hz. Ali’nin nesliyle devam etmelidir. Bu farklı görüş ve tartışmalar, siyasî otoritenin temellendirilmesi konusundaki teorik birikime önemli katkılarda bulunmuştur.

c) İslâm Felsefesinde. İslâm felsefe ekolü içinde devlet, siyasî-tarihî bir gerçeklik olmaktan çok felsefî-teorik sistemin bir parçası veya uzantısıdır. Dolayısıyla felsefenin devletle ilgili temel meselesi, devleti felsefî bir ideal olarak tanımlamak ve bu ideal devleti eksik ve bâtıl devlet türlerinden ayırt edebilmektir. Bu ideal devletin siyasî-tarihî bir gerçeklik haline dönüşebilmesi ya da siyasî gerçeklik olarak varlıklarını sürdüren devletlerin düzeltilmesi öncelikli bir hedef değildir. Bu dönüşüm, ideal devletin ve bu devleti oluşturan bilgi temelinin devleti oluşturan fertler tarafından özümsendiği oranda gerçekleşebilecektir. İlk özgün ifadesini Fârâbî’de bulan bu devlet anlayışı İbn Sînâ, İbn Bâcce ve İbn Rüşd gibi İslâm filozoflarınca sistemli bir felsefî çerçeveye oturtulmuştur. Bu düşünürler için devletin felsefî tutarlılık ve bütünlük içinde anlaşılması gerekir. Fârâbî’nin Ârâü ehli’l-medineti’l-fâzıla adlı eserinde kozmolojik-ontolojik düzen, biyolojik düzen ve ideal devlet arasında kurduğu analojik ilişki bu anlayışın teorik bir yansımasıdır. Değişik düzlemlerde ortaya konan organik düzen anlayışı ve saadet tanımlaması ideal devletin kaçınılmaz unsurlarıdır. Bu ideal devleti oluşturan fertler ortak bir ruh teşkil ederler ve devlet başkanı (er-reîsü’l-evvel) taşıdığı bilgi ve ahlâk nitelikleriyle bu ortak ruhun canlı örneğini oluşturur. Bu noktada gerek Fârâbî’nin anılan eserinde gerekse İbn Bâcce’nin Tedbîrü’l-mütevahhid’inde Eflâtuncu etkinin ve şehir devleti varsayımlarının etkisi söz konusu ise de bu birikimin birçok konuda İslâmî devlet telakkisi açısından yeniden yorumlandığı da bir gerçektir. Fârâbî’nin teklif ettiği siyasî birlik şehir devletinin çok ötesinde, hatta mutlakiyetçi ya da millî birliklerin de ötesinde bir yapıdır. Bu tür bir anlayışa eski Yunan’da rastlamak mümkün değildir. Öte yandan kavramlaştırma ve sınıflandırma çerçevesinde de İslâmî düşünce geleneğinin yönlendirici etkisi açıktır. Fârâbî’nin eksik ve bâtıl devlet sınıflamalarında kullandığı “câhiliye devleti”, “dalâlet devleti”, “fâsık devlet” gibi kavram ve tanımlamalar Kur’an’a ait kavramların etkilerini aksettirmektedir. İbn Rüşd’ün, Eflâtun’un Devlet adlı eserine yazdığı şerh de bu konuda ilginç misaller ve ipuçları sağlamaktadır.

d) Siyasetnâme Geleneği. En tipik örneğini Nizâmülmülk’te bulan bu gelenek, devlete yaklaşım itibariyle felsefe ve hukuk ekollerinden ciddi farklılıklarla ayrılır. Devlet bu eserlerde müessese olarak tarihî bir tecrübeler birikiminin ürünüdür. Bu müesseseyi ayakta tutan ve başında bulunan idarecileri başarılı kılan prensipler tarihî tecrübenin anlaşılması ile ortaya konulabilir. Bu prensipler tarih içinde uygulanmış oldukları için felsefe ekolünün yaklaşımının aksine son derece gerçekçi bir tarzda ele alınmaktadır. Devletin sultanla özdeşleştiği alanlarda bu gerçekçilik bazan pragmatizme doğru yönelebilmektedir. Fakat bu pragmatizm, Makyavel’in sonradan benzer bir metotla kaleme aldığı ahlâkî kayıtsızlık prensibinden tamamıyla farklıdır. Aksine gerek Nizâmülmülk’te gerekse onu takip eden Ebü’n-Necîb es-Sühreverdî’nin Nehcü’s-sülûk fî siyâseti’l-mülûk’ü ve benzeri eserlerde bütün prensipler ve tavsiyeler ahlâkî bir çerçeveye dayandırılmıştır. Aslında İslâm düşünce tarihinde ahlâktan mutlak anlamda bağımsız bir alan olarak sekülerize edilmiş bir siyasî düşünce birikiminden bahsetmek imkânsızdır. Bu eserlerde söz konusu olan pragmatizm uygulanabilirlik ve esneklik anlamındadır. Varılan sonuçlar fıkhî bir hüküm kesinliğinde değil bir tavsiye ve nasihat mahiyetindedir. Fıkıh usulünün benzeri yerleşik ve sistematik bir metoda dayanmaması bu özelliğin önemli bir sebebi olarak kabul edilebilir. Yine de her prensip öncelikle Kur’an, hadis ve İslâm tarihi içindeki örneklerden hareketle delillendirilmeye çalışılmıştır. Bu noktada hukuk ekolü ile olan temel farklılık, aynı zamanda bu eserlerdeki devlet anlayışını da aksettirmektedir. Mâverdî ve İbn Teymiyye gibi fakihlerin aksine Nizâmülmülk bir siyaset adamı olarak belirlediği prensiplerin doğruluğunu gösterebilmek için İslâm öncesi tarihî kaynaklara da başvurmaktadır. Özellikle İran devlet geleneğinden verilen örnekler, devlet olgusunun bu eserlerde hukukî idealizmin ötesinde objektif tarihî gelenek ve tecrübeler birikimine dayanan bir müessese olarak idrak edildiğini göstermektedir.

e) Tarihî-Sosyolojik Yaklaşım. İbn Haldûn’un Mukaddime’sinde en özgün ifadesini bulan bu yaklaşıma göre devlet (mülk), insanoğluna mutlak anlamda gerekli olan tabii bir müessesedir. Bu sadece hukukun uygulanması anlamında bir gereklilik değil tarihî bir zorunluluktur. Bu tarihî zorunluluğun temelinde, insanoğlunun medenî, başka bir deyişle siyasî bir varlık (el-medenî bi’t-tab‘) olmasından kaynaklanan sosyal örgütlenmenin insanoğlunun varlığını sürdürmesi için asgarî bir şart olması yatmaktadır. Fizikî ihtiyaçlar ve sosyal zaruretler bu örgütlenmeyi kaçınılmaz kılmaktadır. Böylece devlet, tarihin ilk dönemlerinden itibaren sosyal hayatın zaruri bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Önce yiyecek ihtiyacı ve neslin devam ettirilmesi fonksiyonları için sosyalleşme sürecine giren insanoğlu daha sonra vahşi çevreye ve hayvanlara karşı dayanışmasını artırmış, mülkiyetin ortaya çıkışı ile birlikte doğan iş bölümü ve hukukî zaruretler sebebiyle devlet düzenine geçmiştir. Bu tür bir tahlil çerçevesi içinde devlet olmaksızın sosyal hayatın, sosyal hayat olmaksızın insanın varlığının sürdürülmesi mümkün değildir.

Bu çerçevede devlet ne tarih ötesi bir ideal, ne sadece hukukî ideallerin hayata geçirilmesi için bir araç, ne de tarihî tecrübenin getirdiği prensipler ışığında etkin kılınabilecek bir müessesedir. Belki bütün bunları değişik düzlemlerde kapsayan, fakat öncelikle tarih içinde ortaya çıkmış tabii bir siyasî sistemdir. Bu tabiilik, İbn Haldûn’un devrî tarih anlayışı ile daha da tutarlı bir anlam kazanmaktadır. İbn Haldûn’un tarihî tabiilik düşüncesini, Batı siyasî düşünce tarihi içindeki benzerleri sayılabilecek olan tarihselcilikten (historicism) ayıran temel unsur, eserin bütün bu tarihî tahlillere rağmen fıkıh usulü çerçevesinde kalmasıdır. Bu açıdan Mukaddime, devleti tabii bir tarihî müessese olarak algılayan sosyolojik yöntemle devletin düzenlenmesini inceleyen bölümlerde hüküm verirken kullanılan fıkıh usulünün ilginç ve orijinal bir sentezini yansıtmaktadır. Öte yandan devletin tarihî oluşumunu ele alırken geliştirdiği devrî tarih anlayışı, modern ilerlemeci tarih yorumlarından ve bu yorumların beraberinde getirdiği devlet anlayışından tamamıyla farklıdır.

f) Yeni Devlet Anlayışları. Batı medeniyetiyle karşılaşma ve hesaplaşma süreci, müslüman düşünürlerde yeni devlet anlayışlarının ortaya çıkışına yol açmıştır. Bu dönemde temel siyasî mesele, devlet yapısının oluşmasında siyasî katılımın etkin bir tarzda arttırılmasını sağlayacak müesseselerin oluşması ve temel İslâmî kaynaklar açısından yorumlanması olmuştur. İslâmî siyasî ideallerle modern siyasî mekanizmalar arasındaki uyum bu dönemin en öncelikli gündemini oluşturmuştur. Muhammed İkbal’in, İslâm hukukunun temel kaynaklarından olan icmaa getirdiği yeni yorumla onu modern dünyada yükselen cumhuriyetçi ruhun yegâne mümkün formu olarak görmesi (The Reconstruction of Religious, s. 164), Nâmık Kemal’in şûra prensibiyle Osmanlı meşrutiyeti arasında kurduğu bağlantı, Reşîd Rızâ’nın şûrayı, siyasî hayattaki katılımın ve kolektifliğin en önemli şartı olarak görmesi (el-Hilâfe, s. 21), Mevdûdî’nin particilik bölünmesinin yansımadığı İslâm meclisi ideali (Political Theory of Islam, s. 43) bazan birbirinden farklı sonuçlara ulaşan, fakat genelde çıkış noktalarında aynîleşen arayışların farklı tezahürleridir. Bu arayışlar sömürgeci dönemden sonra yeni bir safhaya girmiştir. Özellikle II. Dünya Savaşı’nı takip eden yıllarda müslüman toplumlar süratle bağımsızlıklarını kazanmışlar ve kendi devletlerini oluşturma çabasına girmişlerdir. Yeni devletlerin ortaya çıkışı bu devletlerin kimliği, tanımlanması ve idare şekli gibi meseleleri de beraberinde getirmiştir. Millet-devlet örgütlenmesine dayalı yeni devlet yapılanması, İslâm dünyasında din-devlet ilişkisi hususunda yeni ve çetin bir tartışma dönemini açmıştır. Hilâfetin ilgasını takip eden yıllarda İslâm dininin devlet hayatından tamamıyla uzak tutulması gerektiğini savunan Ali Abdürrâzık gibi düşünürlerin karşısında yeni devletlerin kimliklerinin İslâmî esaslara göre tanımlanmasını öngören devlet anlayışları geliştirilmiştir. İslâmî devlet kavramı bu tartışmanın bir ürünü olup hilâfetin kaldırılmasının doğurduğu boşluğu doldurmaya yönelik bir çabadır. Bu yeni kavrama öncülük eden Mevdûdî ve Seyyid Kutub gibi düşünürler, bir taraftan halkın değil Hakk’ın hâkimiyeti fikrine dayalı bir siyasî anlayış geliştirirken diğer taraftan icmâ, şûra, biat gibi İslâmî prensiplerin çağdaş siyasî katılım mekanizmalarının bütününe alternatif olabilecek bir devlet anlayış ve yapılanmasını sağlayabileceğini savunmuşlardır. Bu anlamda İslâmî devlet fikri İslâm inanç bütünlüğünün tabii bir sonucu olarak yorumlanmıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

Lisânü’l-Arab, “dvl” md., XI, 252-254; Wensinck, MuǾcem, “dvl” md.; Taberî, Târîħ (Ebü’l-Fazl), VII, 469; Eş‘arî, el-İbâne (Fevkıyye), s. 251-261; Fârâbî, Ârâü ehli’l-medineti’l-fâzıla, Beyrut 1985, s. 37-60, 87-107, 120-137; Bâkıllânî, et-Temhîd (Ebû Rîde), s. 164-239; Kadî Abdülcebbâr, el-Mugnî, XX/1, tür.yer.; Mâverdî, el-Ahkâmü’s-sultâniyye, Kahire 1973, s. 1-12; Nizâmülmülk, Siyâsetnâme (Köymen); tür.yer.; Nesefî, Tebsıratü’l-edille (Salame), II, 828-848; Ebü’n-Necîb es-Sühreverdî, Nehcü’s-sülûk fî siyâseti’l-mülûk, İstanbul 1974; İbn Rüşd, Commentary of Plato’s Republic (trc. E. I. J. Rosenthal), Cambridge 1966, s. 174, 240, 260; Fahreddin er-Râzî, el-Erbaîn fî usûli’d-dîn, Kahire 1986, II, 255-320; İbnü’l-Mutahhar el-Hillî, Minhâcü’l-kerâme fî marifeti’l-imâme (İbn Teymiyye, Minhâcü’s-sünne [nşr. M. Reşad Sâlim], Kahire 1382/1962 içinde), I, 77202; İbn Teymiyye, es-Siyâsetü’ş-şeriyye, Beyrut 1988, tür.yer.; Zehebî, Târîhu’l-İslâm, Kahire 1367, V, 37, 200; İbn Haldûn, Mukaddime, III, 1295; A. Barker, National Character and the Factors in Its Formation, London 1927, s. 120; M. Iqbal, The Reconstruction of Religious Thought in Islam, London 1934, s. 164; Mawdudi, Political Theory of Islam, Delhi 1964, s. 43; Ali Abdürrâzık, el-İslâm ve usûlü’l-hükm, Beyrut 1966, s. 40-46; Ishtiaq Ahmed, The Concept of an Islamic State, London 1971; Muhammad Hamidullah, Muslim Conduct of State, Lahor 1987, s. 80-145; Reşîd Rızâ, el-Hilâfe, Kahire 1988, s. 21; G. W. H. Hegel, Philosophie Des Rechts, Werke (ed. E. Moldenhauer – K. M. Michel), Suhrkamp 1971, VII, 400-402; Hâşim Yahyâ el-Mellâh, “Neşe ve tetavvüru mefhûmi’d-devle fi’l-fikri’l-İslâmî”, Âdâbü’r-râfideyn, IV, Musul 1972, s. 51-55; F. Rosenthal, “Dawla”, EI² (İng.), II, 177.

İslam Ansiklopedisi(cilt:09-Sayfa:238)

Ahmet Davutoğlu   





devlet, devlet nedir, devlet ne demek, islamda devlet anlayışı, islam ansiklopedisi devlet nedir, Ahmet Davutoğlu devlet nedir, sosyolojik açıdan devlet, islam hukuna göre devlet, islam devletleri