Yazı Duyurusu

Menu

Browsing "Older Posts"

HASTALIKTAN KURTULMA DUASI

27 Eylül 2022 Salı / No Comments
ağır hasta için okunacak dua, dualar, etkili dualar denenmiş, hasta için okunacak dua ve sureler, hastalığın geçmesi için okunacak dua, iyileşme duası, yoğun bakımdaki hastaya okunacak dua,
ağır hasta için okunacak dua, dualar, etkili dualar denenmiş, hasta için okunacak dua ve sureler, hastalığın geçmesi için okunacak dua, iyileşme duası, yoğun bakımdaki hastaya okunacak dua, 
HASTALANDIĞINDA OKUNACAK DUA

Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor:

 إذَا أخَذَ مَضْجَعَهُ نَفَثَ في يَدَيْهِ وَقَرَأَ المُعَوِّذَتَيْنِ، وَقُلْ هُوَ اللّهُ أحَدٌ، وَيَمْسَحُ بِهِمَا وَجْهَهُ وَجَسَدَهُ، يَفْعَلُ ذلِكَ ثََثَ مَرَّاتٍ، فَلَمَّا اشْتَكى كَانَ يَأمُرُنِى أنْ أفْعَلَ ذلِكَ بِهِ

Hz. Peygamber (SAV) yatağına girdiği zaman Ellerine üfleyip

 Muavvizeteyn'i (Felak ve Nas Suresi) ve Kul hüvallahu ahad'i(İhlas Suresi) okur ellerini yüzüne ve vücuduna sürer ve bunu üç kere tekrar ederdi.

Hastalandığı zaman aynı şeyi kendisine yapmamı  tavsiye ederdi.

 Kaynak: Buhârî Fedâilu'l-Kur'ân 14, Tıbb, 39, Daavât 12; Müslim, Selâm 50, (2192); Muvattâ, Ayn 15, (2, 942); Tirmizî, Daavât 21, (3399); Ebû Dâvud, Tıbb 19, (3902).

AÇIKLAMA:

1- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Kur'ân-ı Kerim'i hastalığı sırasında şifa için okuduğu, mevsuk rivayetlerde gelmiştir. Esasen Kur'ân'ın mü'minler için maddî ve mânevî şifa olduğu âyet-i kerimede belirtilmiştir: "Kur'ân'dan, iman edenlere rahmet ve şifâ olan şeyler indiriyoruz, O, zâlimlerin ise sadece kaybını artırır" (İsra 82). Keza: "Ey insanlar, Rabbinizden size bir öğüt ve kalplerde olana bir şifa, mü'minlere doğru yolu gösteren bir rehber ve rahmet gelmiştir" (Yunus 57).

2- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in kendi vücuduna icra ettiği "nefes"in mahiyeti hakkında bilgi vermek için, İbnu Hacer, rivayetin farklı vecihlerini kaydeder. Buna göre, önce ellerini cem'eder, sonra ellerine üfler, sonra okur ve okuma sırasında eline üflerdi. İbnu Hace, bu üflemenin tükrüksüz veya hafif tükrüklü olabileceğini belirtir. Bu maksadla Felak, Nâs ve İhlas sûreleri okunmuştur.
Meshetme işi, bereket düşüncesiyle yapılmıştır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ellerini önce başına, yüzüne sürer, ondan sonra elinin yetişebildiği yerlere kadar bütün vücuduna sürerdi. Hz. Âişe der ki: "Resûlullah, kendini götüren hastalığa yakalanınca, ben okuyup üzerine üflüyordum. Kendi elleriyle de vücudunu meshediyordum. Çünkü onun elleri bereket yönüyle benim elimden çok üstün idi". Bir başka rivâyette Hz. Âişe meshedip, şifa için dua ederken kendine gelen Resûlullah'ın: "Artık hayır, (şifa değil), Allah'tan Refik-i A'lâ'yı istiyorum" dediği belirtilir.

3- Bazı rivayetler, Kur'ân'dan okuyup nefes ederek tedaviyi Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in ailesi efradına da uyguladığını tasrih eder. Sahâbe ve Tâbiîn de aynı tedavi usulüne başvurmuştur. Ulema bunun cevazında ittifak etmiştir.

4- Nefes'i "tükrüksüz hafif üfürük" diye tarif eden Nevevî, rukyede bunun müstehab olduğunu, ulemanın cevazında icma ettiğini belirtir. Ancak Kadı İyaz: "Bir grup âlim, rukyede nefes ve tefel'i reddetmiştir, bunlar tükrüksüz olan nefhi (üflemeyi) caiz görmüşlerdir. Bu görüş ve bu fark zayıf bir kavle dayanır. Dendiğine göre nefes tükrükle yapılan üfürmedir". Yine Kadı İyaz der ki: "Ulemâ nefes ile tefel hususunda ihtilâf etmiştir. Bazısı "ikisi birdir, bunlar tükürüklü üfürüktür" demiştir. Ebû Ubeyd: "Tefelde hafif bir tükrük şarttır, ancak nefesde tükrük olmaz" demiştir. Aksini söyleyenler de olmuştur. Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ)'ye Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in rukyede yer verdiği nefesten sorulmuştu, şu cevabı verdi: "Onun nefesi, kuru üzüm yiyenin üfürüğü gibi idi, kesinlikle tükrük yoktur." Kasıtsız olarak nefesle birlikte çıkacak olan rutûbetin tükrük sayılmayacağı belirtilmiştir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâ)'ın Fatiha sûresi ile rukye yaptığını haber veren rivâyette, tükrüğünü ağzında toplayıp, tefel yaptığı ifade edilmiştir.

Kadı İyaz der ki: "Tefelin faydası, bu rutûbet, hava, rukyeye mubaşeret eden nefis ve güzel zikr ile teberrüktür". Ancak Kadı İyaz kaplara yazılan zikr ve esma-i hüsnanın yıkantısı ile teberrükte bulunmayı da caiz görür.
İmam Mâlik, kendine rukye tatbîk edince nefes ederdi. O, demir ve tığla rukye yapmayı mekruh addeder, düğüm atma, hatem-i Süleyman yazma ve düğüm (ile meşgul olma) vs.'yi daha şiddetli mekruh görürdü, çünkü bunlarla sihir arasında bir benzerlik vardır.

Bu yazı, dualar, hastalığın geçmesi için okunacak dua, iyileşme duası, hasta için okunacak dua ve sureler, ağır hasta için okunacak dua, yoğun bakımdaki hastaya okunacak dua, etkili dualar denenmiş, etkili ve anlamlı sözler ile ilgilidir.

NEŞET ERTAŞ KİMDİR?

/ No Comments
neşet ertaş, neşet ertaş kimdir, neşet ertaş hayatı, neşet ertaş türküleri, bozkırın tezenesi, muharrem ertaş, kırşehirli sanatçılar, bozlak türkü sözleri,

neşet ertaş,neşet ertaş hayatı,gönül dağı,muharrem ertaş,kırşehirli sanatçılar,bozkırın tezenesi,neşet ertaş türküleri,bozlak türkü sözleri,neşet ertaş kimdir,neşet ertaş nereli,neşet ertaş ne zaman öldü
Türkü Rönesansının Babası Neşet Ertaş kimdir? 


'Ben süslü sözler söylemekten anlamam.Benim hafızamdaki kelimeler 30 yıl öncesine ait. Bana soru sormak yerine,benden türkü söylememi,saz çalmamı isteseniz. Ben de size güzel güzel türküler çığırsam.'

40 yıldır ismi türkülerle birlikte anılan Neşet Ertaş,yolu türkü diyarından geçen, azıcık türküye gönül veren,tebessüm eden herkesin yüreğinde ince bir sızı olmuş usta bir isim.Gönüllerden ve dillerden eksik olmayan türküleri gibi kendisi de gizemli Ertaş'ın. Halk müziğinin pirleri, arastırmacıları, sevenleri Neşet Ertaş'ı tanıyan hemen herkes onu,mevcut kalıp ve kurallar ölçüsünde anlamak ve anlatmanın zorluğundan bahsederler hep.Hepsi bu kadarla da bitmez.Neşet Ertaş,türküleri,söyleyiş tarzı,üslubu ve sazın teline dokunuşu ile bile anlaşılması zor bir sanatçı.

Peki kim bu Neşet Ertaş? Yaşayan bir efsane Neşet Ertaş.Yaklaşık 40 yıl sazı ile sözü ile gönülleri dağlayan bir efsane.Ayaklarını bastığı bu topraklardan aldığı güçle sesini ötelerin ötesine duyuran bir sanatçı.Kalabalıklardan köşe bucak kaçan;ancak hep bu milletin içinde,dilinde olan bir garip insan.Efsanelerin gizemli bir yaşayışı var. Neşet Ertaş'ın da öyle. Tam bir buz dağı. Buz dağının görünen yüzü onun hakkında bildiklerimiz.Bilmediklerimiz ise görünmeyen yüzü.

Türküleri dünya döndükçe dillerden düşmeyecek olan TRT'nin Kırşehirli mahalli sanatçısı,aşıklık geleneğimizin son temsilcisi,halk ozanı,"Türkülerin Babası" ve Bozkır'ın Tezenesi.İşte Neşet Ertaş'ın bilinen kısa yaşam öyküsü.

İkinci Dünya Savaşı'nın en çetin yıllarında dünyaya geldi Neşet Ertaş. Doğduğu gün, sazı göbeğine koymuşlar ve babası Muharrem Ertaş'a haber salmışlar, "Bir oğlun oldu gel ona saz çal."diye.Türkiye bu savaşa katılmasa da Anadolu insanı bu savaşın neticelerini iliklerine kadar hissetti, malum. Ertaş'ın çocukluğu bir yandan baba mesleği çalgıcılığı öğrenmekle,diğer yandan köy köy dolaşarak bir öğün yemek için un,buğday ve ekmek toplamakla geçmiş.O günlerde,bir kuru ekmek için kapılarına kadar gelen saz çalıp türkü söyleyen bir "fenomen" olacağı bilinmiyordu elbet.Babası bozlak ustası Muharrem Ertaş'ın ocağında pişen;sazı,sözü ve hayatı bu okulda öğrenen Neşet Ertaş,baba okulunun kendisi için hem ilk,hem orta,hem lise,hem de konservatuvar ve üniversite niteliğinde olduğunu söylüyor.Başka eğitim almayan sanatçının sıra arkadaşları ise Hacı Taşan,Çekiç Ali ve bugün tarihin adından bahsetmediği nice bozlak ustası.

Neşet Ertaş,kabuğunu kırana kadar Kırşehir ve çevresinde düğünlerde saz çalıp,türkü söyleyerek geçinir.Zar zor bulduğu üç-beş kuruşu cebine koyarak 1957'de İstanbul'a gelir.Camda gördüğü bir ilan üzerine soluğu Sençalar Plak'ta alır.Elinde sazı ile dükkandan içeri giren garip adam ilk sınavını da babasının ünlü bozlağı "Neden garip garip ötersin bülbül" ile verir. Ertaş'ın profesyonel müzik hayatında seslendirdiği ilk parça olan Garip Bülbül'ün sözleri de onun yaşamıyla bütünleşmektedir.Garip adamın hayatında 'garip'liğin ayrı bir yeri var.Ertaş daha çocukken yaktığı hiçbir türkünün sonunda adını kullanmazmış.Bu durum baba Muharrem Ertaş'ın dikkatini çekmiş ve bir gün "Oğlum sen yeni bir şeyler yapıyorsun ama türkünün sonunda adını kullanmıyorsun" demiş.Bunun üzerine Neşet Ertaş babasına sonuna bir şey ekleyeyim mi? diye sormuş. Muharrem Ertaş'ın yanıtı bu kez "garip" olmuş."Bizler garibiz oğlum.Soyadımız yokken bizlere garip derlerdi.Gönül de gariptir oğlum."İşte hayatı boyunca 'garip'likten kurtulamayacak adamın ilk plağının adı böylece "Garip Bülbül" olmuş.

1960'lı yıllara gelindiğinde sesi ve sazı gümbür gümbür ses veren Neşet Ertaş artık bozlak havaları ile dikkat çekmeye başlar. Tınılarına,ritmine bir takılan bir daha kendisini alamaz.Türkü ile bağlamayı,bağlama ile türküyü birbirine kenetleyen Ertaş'ın yerel ağızla söylediği bozlak türkülerinde kendisini,yıllarca çektiği acıları,sineye çektikleri, dışa vurabildikleridir dillendirilmekte olan. Ama herkes bu türkülerde kendini buluyor. Neşet Ertaş türkülerindeki "Gönül" herkesin gönlü,"Sevgi" hepimizin sevgilisi,"Gurbet" tümümüzün ortak acısı,"Leyla" ise yüreğimize düşen aşk.Aşk ateşi sinesine düşen Ertaş en güzel türkülerini bu dönemde seslendirdi.Bu türkülerle yola çıkan birçok isim şöhret oldu.Barış Manço'nun, Cem Karaca'nın, Selda Bağcan'ın,  Ajda Pekkan'ın ve Zeki Müren'in dillerinde Ertaş'ın türküleri vardi.Türkülerin yeniden şaha kalktığı son zamanlarda ise Neşet Ertaş türkülerini yorumlayanların haddi hesabı yok.Ancak ne yazık ki sanatçı bu türkülerin hiçbirinden telif hakkı alamadı,alamıyor.

Neşet Ertaş ikinci plağı "Gitme Leylam" ile türkülerin peşinde koşmaya devam eder. Sanatçının türkülerinin geniş kitlelerce kabul görmesi onu da köyden şehre çeker.Şöhret Ertaş'ın avucunun içindedir.Ama Neşet Ertaş alışık değildir,böyle ışıltılı mekanlara.Elindeki sazı,Kırşehir ve çevresinden getirdiği ezgileri ve "Dadlı Dillim" kadar özgün ve saf Türkçesi ile söyler türkülerini,tüm mütevaziliği ve sadeliği ile.Koca ve kalabalık bir şehirde,"otel odasında" yaşar yapayalnız.Ertaş kalabalıklardan kaçmaya başlar ve "Gurbet'e türkü yakar.Ama çark kurulmuştur bir kere.Neşet Ertaş söyler,45'likler şimdiye kadar eşine ve benzerine rastlanmamış bir şekilde satar ve patronlar zengin olur. Sadece patronlar mı?Ertaş'ın yüze yakın korsan kasetini basan binlerce insan da yükünü tutar bu arada.Ertaş ise her zamanki mütevaziliği ile plaklarından ve korsan kasetlerinden yüzbinler satan "yüzsüzler" e karşı: "Size hiç bir şey yapmıyorum,sadece sizin adınıza üzülüyorum" demekle yetinir ve onları "Allah'a havale" eder. Ertaş'ın çevresindeki herkes degişir bu dönemde. Ama Neşet Ertaş ve talihi degişmez. "Bir lokma ekmek,bir paket sigara diyen" Neşet Ertaş başladığı yere gelir ve düğün salonlarında ekmek parası için çalmaya devam eder.Neşet Ertaş'ın hayatında geçinmek için,çalıp söylediği düğün salonlarının bugün de ayrı bir yeri var.O bunu "İnsanların mutlu gününde çalmanın verdiği keyif" olarak açıklıyor ama sözlerinden,davranışlarından da yaşama kırgınlığını sezmemek mümkün değil.Türkülerin duayeni bir ismin halen düğün salonlarında çalmasından kim rahatsız olur bilmem ama bundan Ertaş kesinlikle yüksünmüyor.Bilakis o düğün salonlarında çalmayı baba mesleği ve onurlu bir yaşam mücadelesi olarak kabul ediyor. Hem de "benim için bin kişi de insandır,yüz bin kişi de insandır değişmez. Ben içimden geldiği gibi yaşıyorum" diyerek...

Medyaya gelince,bizler türkünün son büyük temsilcisi Neşet Ertaş'ı TRT'nin mantığı ile "Kırşehirli mahalli sanatçı" olarak gördük hep. Siyah-beyaz televizyonların evlere yeni yeni girdiği dönemde tek lüksümüz olan radyolarda ise şu anons vardır hep: "Şimdi Kırşehirli mahalli sanatçı Neşet Ertaş'tan türküler dinleyeceksiniz" ve birkaç türkü dinledikten sonra da "Kırşehirli mahalli sanatçı Neşet Ertaş'tan türküler dinlediniz."Bu dönemde yalnızlık ve yoksulluk ikileminde bocalayan,bir düğün salonundan çıkıp,diğerine koşan Neşet Ertaş'ın tek dostu içki ve sığarasıydı. Ancak bu dostları da ona kazık attı ve içki yüzünden Ertaş'ın parmaklarında uyuşma meydana geldi.Hastalığın ilerlemesi yüzünden sanatçı artık düğün salonlarında da çalamaz oldu.Bu da onun için açlık ve yokluk demekti.Bulduğu birkaç lirayı da hastanelere veren Ertaş'ın tedavisi sonuç vermeyince,Almanya'da yaşayan kardeşinin çağrısı üzerine oraya gitmeye karar verdi.

Almanya'daki tedavi uzun süreceğinden dolayı buraya yerleşme kararı alan Neşet Ertaş, 25 yıldır bu ülkede yaşıyor.Yine bir düğün salonunda türkü söyleyen Neşet Ertaş'ı Türkiye' den önce keşfeden ve ona üniversitelerinde hocalık görevi veren Almanlar, sanatıçının yaşama bağlanmasında önemli bir görev ifa ettiler.Almanya Ertaş'ın ikinci vatanı ve olgunluk döneminde türküler seslendirdiği,fikri ve felsefi düşüncesinde değişiklikler meydana getirdiği ülke. Ertaş'ın Almanya'ya yerleşmesinde "Ben mektep medrese görmedim,bari üç çocuğum görsün onlar da benim gibi çile çekmesin" düşüncesi hayli etkili oldu. Almanya'daki yaşamından gayet memnun olan sanatçının hoşlanmadığı şeylerin başında, 1998'e kadar,her iki yılda bir basında çıkan "Neşet Ertaş öldü" söylentileri gelmekte.Bunları yalanlamak ve ölmediğini göstermek için yine bir gün Türkiye'ye gelen ve İbrahim Tatlıses'in programına çıkarak tüm Türkiye'ye türkü ziyafeti çeken sanatçının bu gelişi diğerlerinden farklı oldu.Ertaş hem yaşadığını kanıtladı hem de türkülerin var olduğunun altını çizdi.Bugüne kadar kasetlerinden doğru dürüst ekmek yiyemeyen Neşet Ertaş satılan eserlerinden yasal olarak para kazanıyor artık.Neşet Ertaş'ı keşfin ikinci ayağı da Ramazan Bayramı'nın üçüncü günü gerçekleşti.

Neşet Ertaş Kitabı'nın tanıtımı için Türkiye'ye gelen sanatçı, Bayram Bilge Tokel'in "Gönül Dağı" programında gönül dostları ile hasret giderdi.Bu programla Türkiye'nin gündemine yeniden oturan Neşet Ertaş'ı medya bir kez daha keşfetme zahmetinde bulundu.Program sonrası Neşet Ertaş'ın kaldığı otel basın mensuplarının akınına uğradı.Bu tür karşılamalara alışkın olmayan sanatçının şaşkınlığı gözlerden kaçmadı.Şaşıran sadece sanatçı değildi. Karşılarında alışılmışın dışında,mütevazi ve farklı bir sanatçı bulan bizler de şaşırdık. Sorularımza tüm samimiyeti ve doğallığı ile cevap vermeye çalışan usta,bizlerin kimi yeni kelimelerle(!) oluşturduğu soru cümlelerine "Ben bu tür sözlerden anlamam.Uzun süredir Almanya'da yaşadığım için yeni kelimelerden habersizim.Benim belleğimdeki kelimeler ise 25-30 yıl önceye ait.Dolayısıyla öyle süslü kelimelerle size cevap veremiyorum.Ben türkü çığırmaktan,saz çalmaktan anlarım. Benden bunu isteyin size kurban olayım" diyerek karşılık veriyordu.


Bu yazı, neşet ertaş, neşet ertaş kimdir, neşet ertaş hayatı, neşet ertaş türküleri, bozkırın tezenesi, ile ilgilidir.

DUALAR-27 (İSM-İ AZAM DUASI)

/ No Comments
Bu yazı, dualar, ismi azam duası fazileti, ismi azam duası dilek için nasıl okunur, aninda kabul olacak dua, en çabuk kabul olan dua hangisidir, en etkili dua, süper dualar, anında kabul olunan dua ile ilgilidir.

İSM-İ ÂZAM İLE DUA

Hz. Büreyde (RA) anlatıyor:"Resulullah (SAV), bir adamın şöyle söylediğini işitti:

للَّهُمَّ إنِّى أسْألُكَ بِأنِّى أشْهَدُ أنَّكَ

"Allah'ım, şehâdet ettiğim şu hususlar sebebiyle senden talep ediyorum:

أنْتَ اللّهُ َ إلَهَ إَّﻻأنْتَ ا‘حَدُ الصَّمَدُ الذى لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفْواً أحَدٌ

Sen, kendisinden başka ilah olmayan Allah'sın, birsin, samedsin (hiçbir şeye ihtiyacın yok, her şey sana muhtaç), doğurmadın, doğmadın, bir eşin ve benzerin yoktur.

"Bunun üzerine Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular:
"Nefsimi kudret elinde tutan Zât'a yemin olsun, bu kimse, Allah'tan İsm-i Âzamı adına talepte bulundu. Şunu bilin ki, kim İsm-i Âzamla dua ederse Allah ona icâbet eder, kim onunla talepde bulunursa (Allah ona dilediğini mutlaka) verir."
Tirmizî, Daavât 65, (3471); Ebû Dâvud, Salât 358, (1493).

AÇIKLAMA:

1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), burada, dua ederken İsm-i Âzam şefaatçi yapılarak istendiği taktirde Cenâb-ı Hakk'ın isteneni vereceğini ifâde buyuruyor. Allah'ın doksan dokuz ismi vardır. Bunlardan biri, İsm-i Âzâm'dır. İsm-i Azâm'ın hangisi olduğu kesin şekilde belirtilmemiştir.

2- Tîbî demiştir ki: "Bu hadis delâlet eder ki: "Allah'ın bir İsm-i Âzam'ı var, o şefaatçi yapılarak dua ederse icâbet eder ve o isim burada mezkurdur. Keza hadiste: "Allah'tan başka şeylerden yüz çevirerek, tam bir ihlâsla zikredilen
her isim, İsm-i Âzam'dır, zira harflerin birbirine karşı farklı bir şerefi yoktur" diyenlere de hüccet vardır. Başka hadislerde de benzer şeyler zikredilmiştir. Onlarda, bu hadiste bulunmayan isimler de mevcuttur. Ancak, hepsinde "Allah" kelimesi mevcuttur. Bu durumdan hareketle İsm-i Âzam'ın "Allah" lafzı olduğuna hükmedilmiştir."

3- Hadiste dua etmekle, istemek (talepte bulunmak) arasında bir tefrik yapılmamaktadır. Buna göre, kulun: "Falanca şeyi bana ver" sözü, onun istemesi, taleb etmesidir. Dua ise, kulun nida ederek "Ey Rabbim! diye seslenmesidir. Rabb Teâla bu seslenmeye: "Lebbeyk ey kulum (ey kulum söyle ne istiyorsun?" diye cevap verir.Bu durumda kulun istemesine mukabil Rabb'in vermesi (îta etmesi) vardır. Şu halde, dua ve isteme arasında belirtilen bu fark mevcuttur. Bu ince farkın her zaman gözetilmeyip, birinin diğeri yerine kullanılması da câizdir, vâkidir. Nitekim Tîbî der ki: "Duaya icabet, dua edenin, duayı kabul edenin yanında bulunduğuna delâlet eder, bu da, îtanın (vermenin) hilâfına ihtiyacın yerine getirilmesini tazammun eder. Şu halde ikincisi daha üstündür."

Bu yazı, dualar, ismi azam duası fazileti, ismi azam duası dilek için nasıl okunur, aninda kabul olacak dua, en çabuk kabul olan dua hangisidir, en etkili dua, süper dualar, anında kabul olunan dua ile ilgilidir.

NİMETLERE ŞÜKÜR

/ No Comments
birlikte yaşamak, hayat, hayatın anlamı, hayatın gayesi, şükür nedir, nimetler, resimli mesajlar, yaşam, zahmetler, nimetlere şükür, nimetlere nasıl şükredilir, nasıl şükretmeliyiz, neden şükretmeliyiz

NİMETLERİN DEĞERİNİ BİLMEK

Hayat, zahmet ve nimetleri ile birlikte yaşanır.
Hayat; zahmetleri ile yaşanır, nimetleri ile değer kazanır.
Hayatın zahmetleri,
nimetlerin değerini anlamamızı sağlar...

*

NİMETLERE ŞÜKÜR

Şükür, çok kıymetli, yüksek bir mertebedir. Bunun için Allahü Teâlâ; 'Şükredenler azdır' buyurdu. 

Sevgili Peygamberimiz de buyurdu ki: 'Nimet, yabani bir kuştur. Ayağını şükürle bağlayın, uçup gitmesin!'

Şükrü, çeşitli şekilde tarif etmişlerdir:

Şükür, Allahü Teâlâ'ya, verdiği nimetleri ile âsi olmamak, yani Hakkın nimetini O’nun razı olmadığı şeylerde kullanmamaktır.

Nimeti Allahü Teâlâ'dan görmek, kendini şükürden aciz bilmek, şükürdür.

Allahü Teâlâ'nın nimetlerini dile getirmek şükürdür. Nitekim, Peygamber Efendimiz buyurdu ki;

'İnsanlara teşekkür etmeyen, Allahü Teâlâ'ya şükretmiş olmaz. Aza şükretmeyen, çoğa şükredemez. Allahü Teâlâ'nın ni’metlerini dile almamız şükür, hiç bahsetmememiz ise nimete küfürdür. Birlik rahmet, ayrılık azaptır.'

Kul, Allahü Teâlâ'nın ni’metlerini düşünür, şükrünü kendine lâzım bilirse, "Elhamdülillah" derse, ni’mete şükretmiş olur. Şükrün kısaca tarifi, İslâmiyetin emirlerine uymaktır. Kur’ân-ı kerîmde: 'Şükrederseniz, elbette size ni’metimi artırırım. Eğer nankörlük ederseniz azabım çok şiddetlidir' buyurulmaktadır.

Demek ki, şükür, din ve dünya ni’metlerinin artmasına sebep olmaktadır. Ni’met umûmi olunca, insan bunları görmez ve ni’metin kıymetini bilmez. Bir ni’metin kıymetini, ni’mete kavuşmayana sormalıdır. Gençliğin kıymetini yaşlananlar, sıhhatin kıymetini hastalar, rahatın kıymetini, sıkıntı içinde olanlar, zenginliğin kıymetini fakirler, hayatın kıymetini ölüler bilir. 

Allahü teâlâ, 'Sizlere, gizli açık nimetler verdim' buyuruyor. Açık ve gizli ni’metin ne olduğu hakkında ise Hadîs-i Şerif'te şöyle buyurulmaktadır: 'Açık ni’met, her uzvu düzgün, güzel yaratılmış olmak, gizli ni’met ise güzel ahlâktır.'

Şükür; kalb, dil ve beden ile olur. Kalbin şükrü, iman etmekle olur. Dilin şükrü, Allahü Teâlâ'yı hatırlayıp söylemektir. Bütün bedenin şükrü ise, namaz kılmak ile yapılmış olur. Ayrıca kalb ile şükür, herkes için iyilik istemektir. Dil ile şükür, nı’meti değil, nimet sahibini görerek şükrünü açıkça ifade edip "Elhamdülillah" demektir. Beden ile şükür ise, bütün uzuvları Allahü Teâlâ'nın bir nimeti bilmek ve ne için yaratılmışsa o işte kullanmaktır.

Ni’meti, Allahü Teâlâ'nın sevdiği ve istediği işe sarf edince şükür yapılmış olur. Şükrün îmânla alâkası bulunmaktadır. Şükür, îmânın yarısıdır buyurulmuştur. Hadîs-i Şerîf'lerde buyuruldu ki:

Yemek yiyip, şükredenin derecesi, oruç tutup sabredenin derecesi gibidir.

Kıyamet günü şükredenler ayağa kalksın denir. Allahü Teâlâ'ya şükredenlerden başkası kalkamaz.

Dâvûd aleyhisselâm, Allahü Teâlâ'ya münacaât etti:

– Yâ Rabbi, Âdem aleyhisselâma sayısız ikram ve ni’metlerde bulundun. O sana nasıl şükretti?

– Ey Dâvûd, Âdem aleyhisselâm, bütün bu ikramların benim tarafımdan olduğunu bildi. Bu bilmesini, onun şükrü olarak kabul ettim.

Sevgili Peygamberimiz şöyle bildiriyor:

Beni İsrail'de çok ibadet eden biri vardı. Beşyüz yıl ibadet etmişti. Deniz ortasında bir adada bulunuyordu. Allahü Teâlâ ona tatlı su çıkarmıştı. Bir de nar ağacı yaratmıştı. Her gün nar verirdi. Abidin duası üzerine Allahü Teâlâ ruhunu secdede iken aldı. Şimdi hâlâ secde halindedir.

Kıyamet günü, bu abid diriltilir. Allahü Teâlâ'nın ihsanı ile mi, yoksa beşyüz yıllık makbul ameliyle mi Cennete girmek istediği sorulur. Abid, “Ben amelimle Cennete girmek isterim” der. Melekler, beşyüz yıllık kabul olmuş amelini hesap ederler. Bu kadar amelin, sadece bir gözün şükrünü bile eda edemediği meydana çıkar. Melekler, Cenâb-ı Hakkın emriyle Cehenneme götürürler. O zaman âbid der ki:

– Yâ Rabbi beni fazlın ve ihsanınla Cennete koy!

– Ey kulum seni yoktan kim yarattı?

– Sen yarattın, yâ Rabbî!

– Senin yaratılışın, kendin tarafından mı oldu, yoksa benim ihsanım ve rahmetimle mi oldu?

– Senin rahmetinle oldu, yâ Rabbî!

– Seni bir adaya indirdim. Orada sana tatlı su yarattım. Senede bir defa meyva veren ağaçtan her gün nar bitirdim. Sonra ruhunu secdede iken almamı istedin, öyle yaptım. Bütün bunları senin için kim yaptı?

– Sen yaptın, yâ Rabbî!

– Benim rahmetim ve fazlım ile Cennete gir!



birlikte yaşamak, hayat, hayatın anlamı, hayatın gayesi, nimetler, resimli mesajlar, yaşam, zahmetler, nimetlere şükür, nimetlere nasıl şükredilir, nasıl şükretmeliyiz, neden şükretmeliyiz, şükür nedir

ALLAH EN GÜZEL VEKİLDİR

/ No Comments
allah ne güzel vekildir, emin, güvenilir, Hasbunallah, sığınak, allah vekil ayetler, vekil ile ilgili ayetler, ali imran suresi 173, nisa suresi, enam suresi, yunus suresi

HASBUNALLAH VE Nİ'MEL VEKİL

Allah en güzel vekildir.
Allah'a sığın, say'e sarıl.
O, en güvenilir sığınaktır.
En emin dayanaktır...

*

'ALLAH VEKİL' İLE İLGİLİ AYETLER

Al-i İmran Suresi, 173. ayet: Onlar, kendilerine insanlar: "Size karşı insanlar topla(n)dılar, artık onlardan korkun" dedikleri halde imanları artanlar ve: "Allah bize yeter, O ne güzel vekildir" diyenlerdir.

Nisa Suresi, 81. ayet: "Tamam, kabul" derler. Ama yanından çıktıkları zaman, onlardan bir grup, karanlıklarda senin söylediğinin tersini kurarlar. Allah, karanlıklarda kurduklarını yazıyor. Sen de onlardan yüz çevir ve Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter.

En'am Suresi, 102. ayet: İşte Rabbiniz olan Allah budur. O'ndan başka İlah yoktur. Herşeyin Yaratıcısı'dır, öyleyse O'na kulluk edin. O, herşeyin üstünde bir vekildir.

En'am Suresi, 107. ayet: Eğer Allah dileseydi onlar şirk koşmazdı. Biz seni onlar üzerinde bir gözetleyici kılmadık; sen onlar üzerinde bir vekil değilsin.

Yunus Suresi, 108. ayet: De ki: "Ey insanlar, şüphesiz size Rabbinizden hak gelmiştir. Kim hidayet bulursa, o ancak kendi nefsi için hidayet bulmuştur. Kim saparsa, o da, kendi aleyhine sapmıştır. Ben sizin üzerinizde bir vekil değilim."

Ahzab Suresi, 48. ayet: Kafirlere ve münafıklara itaat etme, eziyetlerine aldırma ve Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter.

Müzzemmil Suresi, 9. ayet: (Allah,) Doğunun ve batının Rabbidir. O'ndan başka İlah yoktur. Şu halde (yalnızca) O'nu vekil tut.

Nisa Suresi, 109. ayet: İşte siz böylesiniz; dünya hayatında onlardan yana mücadele ettiniz. Peki kıyamet günü onlardan yana Allah'a mücadele edecek kimdir? Ya da onlara vekil olacak kimdir?

Nisa Suresi, 171. ayet: Ey Kitap Ehli, dininiz konusunda taşkınlık etmeyin, Allah'a karşı gerçek olandan başkasını söylemeyin. Meryem oğlu Mesih İsa, ancak Allah'ın elçisi ve kelimesidir. Onu (‘OL' kelimesini) Meryem'e yöneltmiştir ve O'ndan bir ruhtur. Öyleyse Allah'a ve elçisine inanınız; "üçtür" demeyiniz. (Bundan) kaçının, sizin için hayırlıdır. Allah, ancak bir tek İlah'tır. O, çocuk sahibi olmaktan Yücedir. Göklerde ve yerde her ne varsa O'nundur. Vekil olarak Allah yeter.

Nisa Suresi, 173. ayet: Ama iman edenler ve salih amellerde bulunanlar, onlara ecirlerini eksiksiz ödeyecek ve onlara Kendi fazlından ekleyecektir de. Çekimser davrananlar ve büyüklenenler, onları acıklı bir azapla azaplandıracaktır ve kendileri için Allah'tan başka bir (vekil) koruyucu dost ve yardımcı bulamayacaklardır.

İsra Suresi, 86. ayet: Andolsun, eğer dilersek, sana vahyettiklerimizi gerçekten gideriveririz, sonra bunun için Bize karşı bir vekil bulamazsın.

Nisa Suresi, 132. ayet: Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. Vekil olarak Allah yeter.

En'am Suresi, 66. ayet: Senin kavmin, O (Kur'an) hak iken onu yalanladı. De ki: "Ben, üzerinize bir vekil değilim."

En'am Suresi, 89. ayet: Bunlar, kendilerine kitap, hikmet ve peygamberlik verdiklerimizdir. Eğer bunları tanımayıp-küfre sapıyorlarsa, andolsun, Biz buna (karşı) inkara sapmayan bir topluluğu vekil kılmışızdır.

İsra Suresi, 54. ayet: Sizi en iyi Rabbiniz bilir; dilerse size merhamet eder, dilerse sizi azaplandırır. Biz seni onların üzerine bir vekil olarak göndermedik.

Kasas Suresi, 28. ayet: (Musa) Dedi ki: "Bu, benimle senin aranda olan (bir antlaşma)dır. Bu durumda iki süreden hangisini yerine getirirsem, artık bana karşı bir haksızlık söz konusu olamaz. Allah, söylediklerimize vekildir."

Hud Suresi, 12. ayet: Şimdi onların: "Ona bir hazine indirilmeli veya onunla birlikte bir melek gelmeli değil miydi?" demeleri dolayısıyla göğsün daralıp sana vahyolunanlardan bir kısmını terk mi edeceksin? Sen yalnızca bir uyarıcısın. Allah herşeye vekildir.

Yusuf Suresi, 66. ayet: "Bana etrafınızın çepeçevre kuşatılması dışında, onu ne olursa olsun mutlaka bana getireceğinize dair Allah adına kesin bir söz verinceye kadar, onu sizinle asla gönderemem." dedi. Böylelikle ona kesin bir söz verince dedi ki: "Allah, söylediklerimize vekildir."

İsra Suresi, 68. ayet: Kara tarafında sizi yerin dibine geçirmeyeceğinden veya üzerinize taş yığınları yüklü bir kasırga göndermeyeceğinden emin misiniz? Sonra kendinize bir vekil bulamazsınız.

Furkan Suresi, 43. ayet: Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın?

Ahzab Suresi, 3. ayet: Allah'a tevekkül et; vekil olarak Allah yeter.

Zümer Suresi, 62. ayet: Allah, herşeyin Yaratıcısı'dır. O, herşey üzerinde vekildir.

İsra Suresi, 2. ayet: Musa'ya kitap verdik ve "Benden başka vekil edinmeyin" diye onu İsrailoğulları'na kılavuz kıldık.

İsra Suresi, 65. ayet: "Benim kullarım; senin onlar üzerinde hiçbir zorlayıcı gücün (hakimiyetin) yoktur." Vekil olarak Rabbin yeter.

Secde Suresi, 11. ayet: De ki: "Size vekil kılınan ölüm meleği, hayatınıza son verecek, sonra Rabbinize döndürülmüş olacaksınız."

Zümer Suresi, 41. ayet: Şüphesiz, sana Biz Kitab'ı insanlar için hak olmak üzere indirdik. Artık kim hidayete ererse, bu kendi lehinedir; kim saparsa, o da kendi aleyhine sapmış olur. Sen onların üzerinde vekil değilsin.

Şura Suresi, 6. ayet: Allah'ın dışında birtakım veliler edinenler ise; Allah, onların üzerinde gözetleyicidir. Sen onların üzerinde bir vekil değilsin.


allah ne güzel vekildir, emin, güvenilir, Hasbunallah, sığınak, allah vekil ayetler, vekil ile ilgili ayetler, ali imran suresi 173, nisa suresi, enam suresi, yunus suresi

ŞÜKÜR DUASI

20 Eylül 2022 Salı / No Comments
nimetlere şükür duası, hamd duası, hadislerle dualar, peygamberimizin şükür duası, peygamberimizin hamd duası, zikir nedir, şükür nedir, hamd nedir


Ehl-i beytten ve meşhûr velîlerden İmâm-ı Câfer-i Sâdık (rahmetullahi aleyh) hazretlerinin evine, bir gün Süfyân-ı Sevrî hazretleri gitti.

Süfyân-ı Sevrî; “Bana bir hadîs-i şerîf nakletmedikçe buradan ayrıl­maya­cağım, ey İmâm! Senden nasihat alacak bir şey işitip gideyim.” dedi.

Câfer-i Sâdık; “Çok sözün sana faydası yoktur. Ben atalarımdan ri­vâyetle Resûlullah´tan bildirilen şu üç şeyi sana anlatayım.” dedi.

Bu üç şey şudur;

Allahü teâlânın nîmetine kavuşan ve bu nîmetin devamlı olmasını isteyen kimsenin şükür duası,

Bir kimsenin rızkı azaldığı zaman yapacağı dua,

Sultandan veya herhangi şeyden sıkıntı görür ve bir belâya uğ­rarsa yapılacak duadır.

ŞÜKÜR DUASI

Allahü teâlânın nîmetine kavuşan ve bu nîmetin devamlı olmasını isteyen kimse, Allah´a hamd ve şükrünü çoğaltsın!

Zîrâ Allahü teâlâ Kur´ân-ı kerîmde İbrâhim sûresi onuncu âyetinde meâlen;

“Nîmetlerimin kıymetini bilir, emretti­ğim gibi kullanırsanız, onları arttırırım. Kıymetini bilmez, bunları beğenmezse­niz, elinizden alır, şiddetli azâb ederim.” bu­yurdu.

AÇIKLAMA


ZİKİR NEDİR?

İnsânın Allâh’u Teâlâ’yı tâzim etmesi ve ona karşı övgüde bulunmasıdır. İnsânların Allâh’u Subhânehu ve Teâlâ’yı zikretmesi, onu anması, Allâh’u Teâlâ’nın kullar üzerinde olan bir hakkıdır. Şüphesiz Allâh’u Teâlâ kâinatı yaratan, yaşatan ve yöneten olmakla birlikte rablık ve ilâhlık sıfatlarına sahip olandır. İnsânlar Allâh’u Teâlâ’yı rab ve ilâh kabul ederek, ona ibâdet etmekle mükelleftirler. Allâh’u Teâlâ’yı zikretmekte bir ibâdettir. Bu zikirlerden birisi de tahmid (elhamdu lillâh) dir.

HAMD NEDİR?

“H-m-d” kökünden türeyen “tahmid” kavramı dînî istilahta, elhamdu lillâh (hamd Allâh’a mahsustur) demektir. Hamd ve şükür kelimeleri birbirlerine yakın anlamlı olan, Allâh’ın en sevdiği kelimelerdir.

Hamd lügatte: Medih ve övmek mânâlarına gelmektedir. Buna göre hamd, her türlü nîmetin Allâh’u Teâlâ’dan geldiğini itiraf ederek verilen nîmetlerle Allâh’u Subhânehu ve Teâlâ’yı tevhîd edip, O’na ibâdet ederek onu övmek ve methetmektir. Bu sebeble hamd sadece Allâh’u Teâlâ’ya mahsustur. Şükür ise böyle değildir. Zirâ şükür, verilen yahut vesile olunan nîmet karşılığında teşekkür etmek olup, hem Allah’a hem de kullara yapılan övgü içerikli müşterek bir ameldir. Bu itibarla her şükür aynı zamanda bir hamd’dır. Ancak her hamd, bir şükür değildir.

Belâ, hastalık, üzüntü, zulüm gibi bir musibet halinde de Allâh’u Teâlâ’ya hamd edilmelidir. Allâh’u Teâlâ şöyle buyurmaktadır. “Rabbini hamd ile tesbih et.” (Hicr: 15/98) Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’de; “duânın en efdali elhamdu lillâh’dır” buyurarak Allâh’a duâ ederken hamd ile duâ etmeyi tavsiye etmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de hamd ve tesbihin zamanı da belirtilmiştir. Bu zamanlar; “güneşin doğmasından ve batmasından önce” (Taha: 20/130) “akşam ve sabah” (Mümin: 40/55) vakitleridir.

Buraya kadar zikrettiğimiz tekbir, tehlil, tesbih ve tahmid zikirleri Kur’ân-ı Kerîm’de bildirilmiştir. Ancak bu zikirlerin nerede, ne zaman ve ne kadar yapılacağı Sünneti seniyye’de açıklanmıştır. Kişilerin veya camiaların hoplamalı-zıplalı, sazlı-defli, kadın-erkek karışık kafalarına göre bidat zikirler çıkarmaları caiz olmadığı gibi, yine senin dersin şu kadar, şunlar taşlar, bunlar yapılacaklar… gibi aslı Kur’ân’a ve Sünnete dayanmayan uygulamalarda caiz değildir. Rabbim bizleri bidatın her türlüsünden korusun. Ve bizlere “Allâh’ı çok zikredin” emrini hakkıyla yerine getirmeyi nasip eylesin.  Âmin.  

ŞÜKÜR NEDİR?

Verilen bir nimete karşı, nimeti verene saygı ve minnet duygusu ile yapılan teşekküre şükür denir. Şükür cümlesi ’’ş-k-r” kökünden gelmektedir. Kur’ân-ı Kerim’de bu kökten gelen yetmişe yakın kelime bulunmaktadır. Hamd kelimesi “medih ve övme” anlamında olup şükürden daha kapsamlıdır. Şu hadis-i şerif de bunu ifade etmektedir: ’’Allah’a hamd etmeyen O’na şükretmemiş olur.” (İbn-i Kesir, Tefsir, 1: 22)

Üç çeşit şükür vardır. Birincisi: Dil ile şükür. Bu, âyet-i kerimede şöyle ifade edilir: ’’Rabbinin nimeti gelince, onu minnetle an ve anlat’’ (Duha Sûresi, 11) Yani Allah’ın verdiği nimeti ondan bilerek anlatmak şükrün birinci çeşididir. İkincisi, kalple yapılan şükürdür. Bu da nimet vereni tanımak ve nimeti ondan bilmektir. Üçüncüsü fiil ve davranışla yapılan şükürdür. Bu da nimet verene saygılı ve minnettar olmaktır ve Allah’ın verdiği nimeti veriliş amacına uygun olarak kullanmaktır. “Siz hiçbir şey değilken Allah sizi analarınızın karnından çıkardı. Şükredesiniz diye size göz ve kalpler ihsan etti.” (Nahl Sûresi, 78) âyet-i kerimesinde, nimetlerin amacına uygun olarak kullanılması istenmektedir.
Bir insan yüz kere diliyle şükretse, ama haramlar ile iştigal ediyorsa şükretmiş sayılmaz. O halde hakikî şükür, haramlardan ve haram lokma yemekten kaçınmayı gerektirir. Hırslı, kanaatsiz insan da şükürsüzdür. İnsan üzerine düşen her türlü gayreti gösterdikten sonra az veya çok Allah ne vermişse, “Şükür Rabbime” demiyor ve şikâyette bulunuyorsa şükretmiş sayılmaz. Kısmetine razı olmayan ve israf içinde olan insan da nimete hürmetsizlikle şükre zıt hareket etmiş olur.
İnkâr, nimeti vereni kabul etmemek veya başkasından bilerek asıl sahibini tanımamaktır.

Nankörlük ise, verilen nimeti amacı dışında kullanarak israf ve zayi etmektir. Bediüzzaman Hazretleri şükürle alâkalı olarak ’’Kâinatın neticesi hayat olduğu gibi, hayatın neticesi de şükür ve ibadettir.’’ (Lem’alar, 2001, s. 512) demektedir. Ve şükrün ölçüsünü de vermiştir. Evet şükrün de belli kuralları ve uyulması gereken hususları vardır. Kişi dili ile ’’şükrederken’’, davranışları ile de bunu göstermelidir.

“Şükrün mikyası/ölçüsü kanaattir ve iktisattır ve rızadır ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün mizanı (tartısı) ise hırstır ve israftır, hürmetsizliktir, haram-helâl demeyip rastgeleni yemektir.’’ (Mektubat, 1991, s. 350)



Bu yazı, nimetlere şükür duası, hamd duası, hadislerle dualar, peygamberimizin şükür duası, peygamberimizin hamd duası, zikir nedir, şükür nedir, hamd nedir ile ilgilidir. 

İLAHİ AŞK

/ No Comments
aşk, aşk nedir, aşkın tarifi, rab, rabbim, sözharmanı, şems-i tebrizi, terk etmek, altın sözler, hikmetli sözler, aşk sözleri


AŞK NEDİR?

AŞK;
'Her şeyi senin için var ettim' diyen Rabb'e
'Her şeyi senin için terk ettim' diyebilmektir...

*

İLAHİ AŞK NEDİR?

Aşk, şiddetli sevgi anlamına gelmektedir. Tasavvuf dilinde ise ilahi aşk Allah’a olan muhabbet anlamında kullanılmaktadır.

Aşkı iki anlamda tanımlamamız mümkündür. Bunlardan biri mecazi aşk diğeri de hakîkî aşktır.

Mecazî aşk, fanilere gönül bağlamak anlamında kullanılır. Hakiki aşk ise, Allah’ı sevmektir. Bazen mecazî aşk, hakîkî aşka da vesile olur.

İlahi aşk kavramı karşımıza daha çok tasavvufi bir kavram olarak çıkmaktadır. Bu kavram sevginin dünyaya ait olan her şeyden uzaklaşıp ilahi güce yönelmesi anlamına gelmektedir. Aşk bir varlığa duyulan aşırı sevgiyi ifade etmektedir. İlahi aşk kavramı ise dünyevi şeylere duyulan sevginin yerini sevgiyi yaratan ilahi varlığa yöneltilmesine denilmektedir. İlahi aşk beşeri sevgiden çok daha öte bir anlam taşımaktadır. İlahi aşk genellikle bilinçli bir şekilde bulunamamaktadır. Kişinin içinde bulunmuş olduğu şartlar insanı ilahi aşkı aramaya yöneltebilir. Tasavvufta ilahi aşk Allah’a duyulan muhabbeti ifade etmektedir. Burada sevilen sadece Allah’tır. Diğer tüm varlıklar ise Allah’a duyulan aşk sayesinde sevilir. Dünyevi aşk fani olanı sevmek anlamına gelirken, İlahi aşk, aşkın hakikati olan Allah’a gönül vermek, ona bağlanmaktır.

Tasavvufta İlahi aşkın esas kaynağı vahdet-i vücud düşüncesidir. Bu düşünceye göre bütün varlık alemi tek olan yüce yaratıcıda birleşir. Kâinatta var olan her şey Allah’ın eseridir. İlahi aşk kavramı hem Türk edebiyatının hem de tasavvufun ana temalardan birisidir.

Türk edebiyatında;
Mevlana,
Yunus Emre,
Pir Sultan Abdal,
Ahmet Yesevi,
Şah İsmail Hatayi,
Hacı Bayram-ı Veli gibi önemli tasavvuf büyüklerinin eserlerinde ilahi aşk konusunu sıkça işlediklerini görürüz. Özellikle Yunus Emre’nin şiirleri Türk edebiyatında önemli bir yere sahiptir.

Mecazi aşkın hakiki aşka vesile olmasını şöyle bir örnek üzerinden açıklamak istiyorum.

İlahi aşk’a dair en bilinen bir kıssa: Leyla ile Mecnun’un hikayesi…

Mecnun’un Leyla’ya olan aşkını bilmeyen yoktur sanırım. İlahi aşk konusunda Türk edebiyatında en bilinen hikâye Leyla ile Mecnun’un kıssasıdır. Rivayetlere göre Mecnun, Leyla isimli bir kıza aşık olmuştur. Ancak bir türlü sevdiğine kavuşamamıştır. Mecnun Leyla’ya olan sevgisinden, aşkının şiddetinden deli-divane olur ve çöllere düşer. Etrafında gördüğü her şeyde onu görmeye başlar. Çölde gördüğü ceylanları Leyla’ya benzetir ve onlarla arkadaş olur. Bir gün bulunduğu yere bir köpek gelir. Kimse bu köpekle ilgilenmezken Mecnun bu köpeğe büyük ilgi gösterir. Çünkü Mecnun’a göre köpek Leyla’nın diyarından gelmiştir. Yaşadığı aşk duygusu özlem ve hasretle birleşip giderek artmıştır. Mecnun, Leyla ile buluştuğunda ise artık sevgisinin Leyla’yı da aşıp Mevla’ya ulaştığını farketmiştir. Ve bir gün Mecnun Leyla ile karşı kaşıya gelir. Ve Leyla’ya bu sen değilsin der ve ekler: “Sen yürü Leyla ki ben Mevla’yı buldum.” der.
Böylece kendisindeki mecazî aşk, hakiki aşkta yerini bulur, beşeri aşktan ilahi aşka kavuşur.

Başka bir örnek üzerinden konumuz devam edelim.

Yunus Emre’ye “Bana seni gerek seni” dizelerini döktürende yine İlâhi aşktır. Yunus Emre ve Mevlâna gibi Hak aşığı olan zatların aşktan kasıtlları “İlahî aşk”tır. Her şeyden önce “aşk” vicdanî bir mesele olarak karşımıza çıkmaktadır. Yani, matematik gibi net ifadelerle anlatılması ve anlaşılması mümkün olmayan bir meseledir. Ancak ve ancak vicdan ile bilinir. Şimdi sizlere Yunus Emre’nin benim de çok sevdiğim o meşhur şiirinden bir alıntı vermek istiyorum.

Aşkın aldı benden beni
Bana seni gerek seni
Ben yanarım dünü günü
Bana seni gerek seni
Ben bu sûretten ileri adım Yunus değil iken
Ben olidim, ol benidim, bu aşkı sunandım.
Sus Yunus Sus Söyleme Seni de Mansur gibi asarlar. Yunus Emre

Ve Aşk Nedir Diye Sorarsanız Eğer;

-Hz. İbrahim’ in ateşe atıldığı zaman ki teslimiyetidir,

-Hz. Eyyüb’ün hastalığa karşı göstermiş olduğu sabrıdır,

-Hz. Davud’un sesidir, eliyle demire şekil vermesidir,

-Hz. Musa’nın Kızıldeniz’i ikiye bölen asasıdır,

-Hz. İsa’nın kokusunu hissettiği Son Peygamber’i müjdelemesidir,

-Hz. Muhammed in doğar doğmaz “ümmetim ümmetim ” demesidir ve onun Allah’a teslimiyetidir,

-Hz. Muhammed söylüyorsa doğru söylüyordur diyen Hz.Ebubekir’in sadakatidir,

-Hz. Ömer’in adaleti adilliğidir,

-Hz. Osman’ın edebidir,

-Hz. Ali nin cesaretidir, ilmidir,

-Hz .Hüseyin’in şehadetidir,

-Ehli Beyt’in yaşayışıdır,

-Hz.Mevlana nın nefesidir, sema sıdır, Ne Olursan Ol Gel demesidir,

-Çöllere düşen Mecnun’un gözlerinin dağlanmasıdır,

-Bülbülün güle ötüşüdür, ölen sahibin başında bekleyen attır.

-Ezan okununca namaza koşmaktır.

-Kur’an-ı Kerim okununca anlamasan bile onu kalbinde hissetmektir.

-Bir Allah Dostunun yüzüne bakıp Allah’ı hatırlamaktır, anmaktır.

-Gönülden bir Kelime-i Şehadet getirmektir.

-Allah ve Rasulu’nün adı anılınca göz yaşı dökmektir.

-Allah a kul, habibine ümmet olabilmektir.

-Yardıma muhtaç birisine yardım etmektir.

-Bir açı doyurmak, bir fakiri giydirmektir.

-İnsanlara iyiliği tavsiye etmek ve kötülüklere karşı uyarmaktır.

-Yoldaki bir taşı alıp kenara koymaktır.

-İnsanlara güleryüzle davranmaktır.

-Helal kazanıp yine helal yemektir.

-İslamı layıkıyla doya doya yaşamaktır.

-Yunus Emre’nin cenneti istemeyip Allah a “Bana Seni gerek Seni” demesidir,

-Aşk; Sadece kuru bir sevgi değildir ve Aşkın sonu yoktur, belli değildir.

-Sevgiliyle tek Can olmaktır ve onu her gün daha fazla sevmektir…

Uğruna ömrümüzü adayıp feda edebileceğimiz tek ve eşsiz sevgili Allah’tır. Allah sevgisi aşkın aşkta yok oluşudur. Gerçek anlamda yokluğu zevk edinenlerin en büyük arzusu vuslattır. Buna en güzel örnek ise Mevlâna Celaleddin Rumi’dir. Aşktan doğmuş ve aşk ile yoğrulmuştur. Hz. Mevlana,
“Bizim peygamberimizin yolu âşk yoludur. Biz âşk çocuklarıyız; âşk bizim anamızdır.” sözüyle gerçek varlığın aşk ile yok olmakta mümkün olacağını söylemiştir.
“Aşksız olma ki ölü olmayasın. Âşkta öl ki diri kalasın..”
Mevlâna ömrünü bu aşka adamıştır. Bütün ömrünü de şu sözüyle açıklamıştır.

Hamdım, pişdim, yandım.”
Hamlığını Şemsi Tebrizi ile pişirmiş ve onun yokluğu da Mevlâna’yı yakıp kavurturmuştur. Mevlâna’ya göre, gerçek âşığa aşktan başka her şey haramdır. İlâhi âşk her şeyin üstündedir. İnsan, kendisini yoktan var edeni nasıl sevmez? der. Bu sevgi aslında insanın özünde bulunur ve her şeyin sonu yine Allah’a
varır. Mevlana Celaleddin’e göre; “Aslolan sevmektir. İnsan’ın mayasındaki bu duyguyu arıtmalıdır. Bedenimiz bir kovan gibidir. Bu kovanın balı ve mumu da ilâhî aşktır. Bu sözleri de Fihi Ma Fih adlı eserinde geçmektedir.

İşte değerli okur, ilahi aşk böyle bir şeydir. Yazımı burada sonlandırırken, beğeneceğinizi ümit ediyorum. Bir gün bizlerinde ilahi aşkı bulması dileğimle…

Hoşçakalınız…?

Kaynak: www.Mektup.gen.tr

ahmet yesevi,dünyevi aşk, ilahi aşk,ilahi aşk ne demek,leyla ile mecnunun hikayesi,mevlana,pir sultan abdal,yunus emre,aşk,aşk nedir,aşkın tarifi,rab,şems-i tebrizi,altın sözler,aşk sözleri

AŞKIN YAŞI VAR MIDIR?

/ No Comments
aşık olmak, aşk, aşk hep gençtir, aşkın yaşı yoktur, gönül, hayatın lezzeti, kalp atışı, onsekiz yaş, sevgi, sevmek, sıfat kocasa da gönül kocamaz, aşkta yaşın önemi, yaş aşık olmaya engel mi, aşk için en uygun yaş

AŞK HER ZAMAN GENÇTİR

Aşkın yaşı yoktur.
Sıfat kocasa da gönül kocamaz.
Aşk olan kalp yaşlanmaz.
Gönül hep onsekiz yaşındadır.
Sevecek, aşık olacak şeyler bulmalıyız.
Hayat sevgi ve aşkla güzeldir.
Aşkı kaybetmiş insan hayattan lezzet alamaz.

*
aşık olmak, aşk tesadüfleri sever, aşk için en uygun yaş, aşkın yaşı aşkta yaşın önemi, hayatın lezzeti, kalp atışı,aşk sözleri, sevgi, sıfat kocasa da gönül kocamaz, yaş aşık olmaya engel mi, 
Aşkın Yaşı Var Mıdır, Yoksa Yaş Hiç Önemli Değil Midir?

Hiç kendinizden yaş olarak daha büyük veya daha genç birine aşık oldunuz mu? Yalnız değilsiniz. Unutmayın: Eğer aşkta yaşa siz anlam yüklerseniz, yaş önemli bir hale gelir.

Birçok kişi, aşkta yaşın önemli olduğunu düşünmediklerini söyler, fakat romantik bir ilişki ararken bu konuda katı kurallar koyar.

Bunun nedeni, kafamızda hala “birkaç yıl sonra yaşlı birisi olacak” ya da “gerçeklik bizi vurduğunda ne olacak?” gibi önyargılar olduğu içindir.

Gerçek şudur ki, partnerinizin yaşından dolayı bir ilişkiden korkmanızın hiçbir sebebi yoktur. En iyisi kalbinizin sesini dinlemektir.

İnsanların ne söyleyeceğinden mi endişeleniyorsunuz?

Bazen, bir ilişkinin sona ermesinin nedeni yaş meselesi değil, aksine en baştan beri bunun yürüyebileceğine hiçbir zaman inanmamış olmaktır.

Bu, toplumun ve arkadaşlarınızın size söylediği şeydir, siz itiraf etmek istemeseniz de, sizi büyük ölçüde etkilemişlerdir.

O zaman neden en başta vazgeçmiyoruz?

İdealizasyonumuz ve beklentilerimizi hayal dünyasına taşıyan ilk hafta veya aylar boyunca her şey daha kolaydır.

Bu, her şeyin mümkün olduğu zamanlardır. Ancak, pembe gözlükleri çıkarınca, endişe etmeye başlarız: “İnsanlar ne diyecekler?”

Kabul etmek istemeseniz bile, her türlü endişe sizi çevreler:

1. Yaşlandığında, bir gün ona sizin bakmanız gerekecek. Bu durum, aklımıza gelen ilk düşüncelerden biridir.

Ama aynı yaşta biri ile birlikteyken, o bir kaza geçirebilir ve hayatının geri kalanını sana bağlı yaşamak zorunda kalabilir. Tek fark, birinin kazadan ve diğerinin doğal bir durumdan kaynaklanmasıdır.

Aşk söz konusu olduğunda bu önemli midir?

2. Sizden daha olgundur. Unutmayın: doğum günleriniz, olgunluğunuzu belirlemez.

40 yaşındaki biri olgunlaşmamış, 20 yaşındaki birisi ise son derece olgun olabilir. Yaş, sadece bir sayıdır ve kişinin olgunluğunu yansıtmaz.

3. Size çekici gelmesi bir gün bitecektir. Dikkat edin! Fiziksel cazibe önemlidir, ancak gerçek aşk yalnız çekiciliğe dayalı değildir.

Hepimiz güzelliğimizi bir gün kaybedeceğiz. Ancak, birisi seni sen olduğun için seviyorsa, bu önemli değildir.

O kişi içinize aşıktır. Görünüş sadece pakettir ve bu bir gün zaten yırtılmaya başlayacaktır.

Eğer siz yaşa anlam yüklerseniz ancak sevginin yaşı olabilir

Bütün bunlardan sonra, siz yaşa anlam yüklediğiniz sürece ve ancak kendinizi doğru olması gerekmeyen önyargılara ve inanışlara bırakırsanız aşkın yaşı olacağına kanaat getirdik.

Hep zıtların bizi çektiğini söylediğimiz anları düşünün. Bu bazı çiftler için muhtemelen doğrudur, ancak aynı şekilde olmayan çiftler de vardır.

Kendimizi, saf, sağlıklı, doğal bir sevgiden zevk almamızı engelleyen inançlardan kurtarmaya çalışmalıyız.

Eğer siz aşkın bir yaşı olduğunu düşünürseniz yaşı vardır; yaş, fiziksel durum ve sağlık tarafından belirlenir. Aynı zamanda, gerçekten önemli olan şey göz ardı edilir ve küçümsenir: sonuna kadar sevgi.

20 yaşında birinin 40 (ya da daha büyük) yaşında birine aşık olması önemli değildir. Önemli olan onların mutlu olması ve birbirlerini sevmesidir.

Yarın ne olacak? Kimse bunu bilmez, her şeyin bir gün sona ereceğinden emin olabiliriz.

Yaş farkı olması ayrılmak ile eş anlamlı değildir. Olsaydı, yaşları en yakın olan insanlar birlikte kalmak için daha iyi bir şansa sahip olurdu (açıkça görüyoruz ki bu doğru değil).

Aşkın bir yaşı olduğundan emin olmak, onu sınırlandırır ve gelip muhtemelen sizin fikrinizi değiştiremeden koşullara oturtur.

Aşk akışkandır, beklenmedik bir şeydir, bizi şaşırtır ve zihnimizi genişletir. Sınırlar koymayın veya hayal ettiğiniz gibi ya da beklediğiniz gibi görünmüyorsa durdurmaya çalışmayın.

Aşkın yaşı olduğuna inanmak, bir bitiş günü olduğunu söylemek gibidir; bunun yerine bütün hayatınız boyunca sürebilecek bir şey olabilir.

Kaynak: www.saglıgabiradım.com


aşık olmak, aşk, aşkın yaşı yoktur, hayatın lezzeti, kalp atışı, onsekiz yaş, sevgi, sevmek, sıfat kocasa da gönül kocamaz, aşkta yaşın önemi, yaş aşık olmaya engel mi, aşk için en uygun yaş

İBNİ HALDUN

16 Eylül 2022 Cuma / No Comments


İbni Haldun Kimdir?(1332-1406)

İbn Haldun 14. yy. da yaşamış en büyük tarihçilerden biridir. Aynı zamanda da bir Tarih felsefecisi ve toplum bilimcisidir.

İbn Haldun 1332 yılında Tunus da doğdu. Fıkıh, Kur’an, Matematik, Mantık ve Kelam eğitimi alan İbn Haldun Tunus, Cezayir, Fas, Endülüs arasında dolaşmış toplum düzeni, insanların gelenek ve göreneklerini yaşayış biçimlerini incelemiş, toplumlar arasındaki ayrılıkları görmüş ve Tarih Felsefesine böyle gözlemci ve deneyci bir açıdan yaklaşmıştır.

Tarihsel bilginin yanlışlardan arınması amacıyla yaptığı toplumsal gözlemler sonucunda kurmuş olduğu ümran ilmiyle bugünkü sosyoloji ilminin temellerini atmıştır.Ömrünün büyük bir kısmı idari ve siyasi görevlerde geçmiştir.

1374 yılında Afrika da küçük bir kasabaya çekilerek meşhur “Mukaddime”sini yazmıştır.1383-1406 yılları arasında Mısırda kadılık yapmış 1406 yılında burada ölmüştür.

Düşünür Olarak İbni Haldun Kimdir? 

Orta Çağ İslam Arap düşünürlerinden olan İbn Haldun çok yönlü ilmi kişiliği ile, gerileme dönemi İslam düşüncesinin eşsiz bir dehasıdır. Daha çok tarihçi, sosyolog ve siyasi bilimci olarak tanınan İbn Haldun, aynı zamanda kendine özgü felsefi ve ekonomik görüşleri olan bir ilmi kişiliktir. Söz konusu ilmi sahalardaki görüşlerinin yer aldığı ünlü eseri "Mukaddime" onun bir şaheseridir.

İbn Haldun mukaddime'sinde, tarih ilminin yol göstericiliği altında sosyal, siyasal ve ekonomik yapıları amprik bir yöntemle inceleyerek bir takım sonuçlar elde etmeye çalışmıştır.

İbn Haldun her şeyden önce bir tarihçidir. Ancak onun tarihçiliği, döneminde yaygın olan tarihçiliğin aksine, tarihi olayların sebep ve sonuçlarının felsefi ve sosyolojik bir yaklaşımla tahlil edildiği farklı bir tarihçilik anlayışıdır.

Tarihi olayların abartılı olarak kuru bir biçimde hikaye edilmesine karşı çıkan İbn Haldun, tarihi olayların incelenmesinden çıkarılacak olan sonuçların diğer sosyal bilimler için birer veri oluşturması gerekliliği üzerinde durarak bu konuda yeni bir çığır açmıştır. Ona göre; tarih ilminin konusu sosyal olaylardır. Bunun için tarihçi, sosyal olayları tarihi seyir içerisinde inceleyip bir takım sonuçlar çıkarmak durumundadır. Bu görüşleriyle İbn Haldun, ilk olarak, tarihçiliğe gerçek anlamda bir bilim olma özeliğini kazandırmıştır.

İbn Haldun tarihçi olduğu kadar sosyologdur. Onun sosyologluğu tarihçi oluşuna bağlı bir durumdur. İbn Haldun sosyoloji biliminin temelini tarih ilmine dayandırmıştır. Ona göre, sosyolojik araştırmalarda sağlıklı sonuçlara varabilmek için tarihin bilinmesi bir zorunluluktur.

Ulusların geleceği ve esenliği toplumun yasalarını iyi anlamak, onları gereğince değerlendirmek ve o toplumun tarihini iyi bilip sağlıklı bir analizden geçirmeye bağlıdır. O halde sosyolojik araştırmalar tarihle başlamalıdır.

İbn Haldun, Mukaddime'nin "Umran İlmi" başlıklı bölümünde sosyolojik görüş ve tahlillerine geniş yer vermiştir. Ona göre "Umran İlmi"; toplumun ve devletlerin ortaya çıkışlarının, toplumların tarihi seyir içerisinde geçirdikleri evrelerin, en küçük toplumsal birime varıncaya kadar tüm sosyal yapıların çeşitli yönleriyle ele alınıp incelendiği bir bilimdir. İbn Haldun bu ilmin devletler ve uluslar için gerekli olduğunu, zira ancak bu ilim sayesinde devletlerin doğuşları, gelişmeleri, yıkılışları ve buhranlarının öğrenilebilir olduğunu düşünmektedir.

İbni Haldun'un Eserleri

- Mukaddime
- Kaside-i Bürde şerhi
- İbn Rüşd felsefesi hakkında bir risale
- Kitab el-Mantık
- Kitab el-Hisab
- Marakeş sultanına yazılan bir risale
- Şiire dair bir risale

İbn Haldun’un Tarih Anlayışı

Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer. / İbni Haldun

Eski zamanlarda tarihçilik, olayı tespit etmek veya abartı dolu bir destan name meydana getirmekten ibaretti. İbn Haldun bu yöntemi yıkmış, tarih araştırmalara için yeni bir çığır açmıştır.
İbn Haldun tarihi hükümdarların hayat hikâyelerini, maceralarını anlatmaktan ibaret görmemiş, tarihi böyle görenleri eleştirmiş, tarihi olayların doğuşuna ve gelişmesine tesir eden nedenleri tespit etmiştir. Bir felsefeci edasıyla bu işi yaparken şu iki esasa riayet etmiştir.

1. Tarihi Kaynakları Tenkit: 

Bu yöntem ile gerçeğe uygun olmayan asılsız rivayetler, doğru olanlardan ayırt edilmektedir. Bu hususu Mukaddime’sinde misallerle anlatmış, rivayetlerin doğruluğunu anlamanın yollarını, bizzat kendisinin kurduğu “ümran ilmi” yardımı ile göstermiştir.

2. Hadiseler arasındaki sebep- sonuç ilişkisinin tespiti: 

İbn Haldun’a göre tarihte esas kural, olayları sebep- sonuç bağı ile bir diğerine raptetmektedir. Bu demektir ki benzer hadiseleri benzer şartlar veya benzer şartları benzer hadiseler meydana getirmektedir.
İbn Haldun’a göre tarihin bir görünen yüzü ( zahir ) , bir de iç yüzü ( batın ) vardır ve önemli olan ikincisidir. Çünkü zahir tarihçilikte olaylar birbiriyle ilişki kurulmaksızın yüzeysel bir şekilde hikâye edilmekten ibarettir.

İbn Haldun zamanına kadar tarihçiler zahiri tarihçilik yapmışlardır. Dolayısıyla tarihçiler geçmişi eksik tanıtmış, hadiseler arasındaki sebep- sonuç ilişkisini kuramadıkları içinde olayları kopuk bir şekilde anlatmışlardır.
İbn Haldun tarihçilerin bu yanlışını görmüş, olayların görünen ( zahir ) sebeplerinden çok batın ( görünenin arkasındaki asıl soyut sebep) yönünü araştırmıştır.

Ona göre tarihin en önemli yararı geçmişte yaşanmış olayların doğrultusunda içinde yaşanılan zamanı yönlendirmektir.

İbn Haldun’a göre; "suyun suya benzemesinden çok hal maziye benzer." Dolayısıyla hâlihazırda ortaya çıkan bir hadise hiçbir şekilde bağlı olduğu geçmişten ait olduğu sosyal hadiselerden ayrılamaz.

Sebebi bilmeden sonucu anlayamadığımız gibi geçmişi bilmeden de şimdiki cemiyeti bilmek imkânsızdır, "çünkü tarih hâlihazır durumun sebebi mesabesindedir."

İbn Haldun’a Göre İnsan

İbn Haldun’a göre her şeyin temelinde insan vardır. Ama insan yalnız başına bir anlam ifade etmez.

Çünkü insan tabii ihtiyaçlarını karşılamak için başkalarına ihtiyaç duyduğu gibi varlığını muhafaza edebilmek için de başkalarının yardımına muhtaçtır. İnsanın toplumsal bir varlık oluşu varlığını sürdürmesinin de ön şartıdır.

İbn Haldun’a Göre Asabiyet ve Önemi

İnsanların bir arada yaşayabilmeleri için onları bir arada tutabilecek bir bağın olması gerekir. Bu da asabiyet bilinci ile mümkünüdür. Ancak İbn Haldun’un asabiyet anlayışı sadece asabiyetin bugünkü yaygın anlamıyla (aynı soya mensup olmak) sınırlı değildir. Ona göre iki tür asabiyet vardır:

Nesep Asabiyeti: 

Nesep asabiyetinden aynı soydan gelme şartı vardır. Yani nesebin esasını aynı anne babadan veya akrabadan gelen insanların normal şartlar altında diğer insanlara göre daha çok bir arada yaşamak zorunda kalmaları ve aralarında diğerlerine göre daha yoğun bir manevi bağın ortaya çıkması teşkil eder.

Sebep Asabiyeti: 

Nesep asabiyetinde aynı soydan gelme şartı varken sebep asabiyetinde böyle bir şart aranmaz. Toplumu bir arada tutan bir sebep vardır ve bu insanlar bu sebebin etrafında birleşirler. (Aralarında kan bağı bulunmayan İtalyanlar, Almanlar, Fransızlar gibi Avrupalı milletlerin Kudüs’ü kurtarmak için doğudaki Müslümanlara karşı Haçlı birliği kurmaları gibi)

İbni Haldun'a Göre Toplum Analizi 

Toplumların Doğuşu: İbn Haldun insanların toplumsal birer varlık olduklarını belirterek, yaşamlarını sürdürebilmeleri için birbirleriyle yardımlaşmak, tehlikelere karşı birbirlerini korumak, kısaca sosyo-ekonomik sorunlarını çözebilmek için bir araya gelmelerinin bir zorunluluk olduğunu ileri sürmüştür. Ona göre, insan doğa karşısında yalnızdır. Sırf bu yalnızlığını gidermek için bile olsa insan, insana ihtiyaç duyar. Kendisine durmadan bir hemcins arar. Çünkü insan, diğer varlıklardan çok farklı bir şekilde yaratılmıştır. Kaldı ki, insanın fizyolojik ihtiyaçları onu bir topluluk oluşturmaya itmektedir. Ayrıca doğanın acımasızlığı da insanı insana bağlanmayı zorunlu kılar. Bütün insanlardan başka, insanın insana karşı olan bir düşmanlığı vardır. İnsan yalnız başına bu sorunları çözse bile, hiçbir zaman bu düşmanlık sorununu çözemeyecek, bunun için de insan daima kendisine bir dost arayacaktır. 

Tüm bu açıklamalardan şu sonucu çıkartmak mümkündür: Toplumlar, insanların ekonomik ihtiyaçlarını karşılama ve doğal tehlikelere karşı koyma hususunda yardımlaşmalarından doğar.

Göçebe(Bedevi) Toplumlar: 

İbn Haldun'a göre hiçbir toplum doğuştan yerleşik (medeni) olamaz. Her toplum ilk doğduğunda göçebedir. Bu, sosyal ve doğal şartların bir gereğidir. Göçebelik hayatı toplumun yapısına göre uzun veya kısa olabilir. Fakat bu devreyi geçirmeyen hiç bir toplum medeniyeti oluşturamaz.

Göçebe toplumlar kendi aralarında ikiye ayrılır: Bir kısmı ziraat ve bahçecilik yaparak çiftçilikle uğraşırlar, diğer kısmı ise koyun, keçi, sığır, arı ve ipek böceği gibi hayvanlara ve canlılara bakma işini meslek edinmişlerdir.

Birinci grup toplum geçimlerini toprak ve ağaçlardan sağladığından çok uzak yerlere gidemezler, belirli bir çevre içerisinde dönüp dolaşırlar. İkinci grup toplum ise her yere gidebilirler. Özellikle çöllere, dönüşü olmayan yerlere kadar uzanabilerler. Hayvan beslemeleri, onları tam bir göçebe hayatı yaşamaya yöneltmiştir.

Yerleşik (Medeni, Hadari) Toplumlar: 

İbn Haldun her göçebe toplumun zamanla gelişme göstererek toprağa yerleşeceğini, bunun nedeninin ise göçebe toplumların güç ve servet kazandıkça yerleşik bir hayat sürme isteklerinin artması olduğunu ileri sürmüştür. Böylece göçebe toplumlar yavaş yavaş kasaba ve şehirlere yerleşirler. Bunun sonucu olarak devlet aşaması ortaya çıkar. Devlet aşamasında otorite, insanları dış tehlikelere karşı koruduğundan, insanlar askerlikten ve güvensizlik ortamının doğurduğu yaşam tarzından vazgeçerek, sanat, edebiyat, mimarlık gibi kültürel konularla ilgilenmeye başlarlar. Böylece yerleşik hayatta insanlar kendi zevk ve rahatlarını düşünerek egoist olurlar ve cesaretlerini kaybederler. Ayrıca otoritenin her alanda kendini hissettirmesi insanların bağımsızlık duygularını da yok eder.

Yerleşik toplumların hukuki yapıları göçebe toplumlardan farklıdır. Her şeyden önce yerleşik toplumlarda asabiyet bağı zayıflamış, onun yerini "din bağı" ve "hükümdara sadakat bağı" almıştır. Dolayısıyla bu toplumlardaki hukuki yapı dini kurallar ve hükümdarın koymuş olduğu kurallardan meydana gelir.

İbn Haldun'un toplum kuramı incelendiğinde onun "tarihsel determinizm" anlayışıyla hareket ettiği görülür. Tarihi seyir içerisindeki tüm toplumların "bedevi" yaşamdan "medeni" yaşam biçimine geçiş yaptıklarını, bunun kaçınılmaz genel bir kural olduğunu söylemekle determinist anlayışını ortaya koymuştur.

İbn Haldunun, göçebe toplum-yerleşik toplum ayrımı üzerinde dururken, zamanın Arap, Norman, Berberi, Moğol, Kürt ve Türk topluluklarının yaşam biçimlerini değerlendirip yorumlanmasındaki doğruluk payı yüksektir. Ancak bu konudaki görüşlerini genelleştirip, tarih boyunca ortaya çıkan tüm toplumların söz konusu aşamalardan geçmiş olduğunu söylemesi bir varsayımdan öteye gitmemektedir.

İbni Haldun'a Göre Devlet

İbn Haldun çok yönlü bir düşünürdür. İktisat, siyaset bilimi, tarih ve sosyoloji alanında amprik araştırmalarda bulunmuştur. Ancak düşünürümüzün asıl önemi tarih ve sosyoloji alanında yapmış olduğu çalışmalardan kaynaklanır. Gerçekten O, sahip olduğu geniş bilgi birikimi ve bulunmuş olduğu çeşitli ileri kademedeki devlet memurluğu görevlerinden elde ettikleri tecrübeyi, tarihi araştırmalardan sağladığı verilerle yoğurarak, özellikle sosyoloji alanında gözleme dayalı somut ve orijinal açıklamalarda bulunmuştur. Bu yönüyle İbn Haldun sosyal bilimler alanında büyük bir devrim gerçekleştiren bir düşünürdür.

Düşünürümüzün devlet görüşü de, yapmış olduğu sosyolojik araştırmaların sonuçlarına ve yukarıda belirtilen bir kişiliğe sahip oluşuna dayanmaktadır. Gerçi devlet görüşünde,düşünürün dinsel algılamadan etkilendiği göze çarpmaktadır. Ancak bu etkilenme özellikle devletin yönetimi konusunda sınırlı kalmaktadır. Devlete ilişkin diğer görüşlerinde, (örneğin devletin kökeni, asabiyet ve devletin yıkılması) yapmış olduğu araştırmaların sonuçları daha ağır basmaktadır.

Daha XIV. yüzyılda toplulukları "bedevi-hadari" şeklinde bir ayrıma tabi tutarak, bu toplulukların hukuki ve sosyolojik yapılarını modern sosyologlar düzeyinde açıklamıştır. Asabiyet bağı ile kuvvetli bir yapıya sahip olan bedevi toplulukların zamanla yerleşik hayata geçeceklerini ve asabiyet bağı sayesinde devleti kuracaklarını ileri sürmüştür. Devleti, insanların ortak menfaatlerini ve ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik bir kurum olarak gören İbn Haldun, devletin kökenini toplum sözleşmesi, devlet kuramı ve tavırlar kavramı ile açıklamıştır.

İbn Haldun, devletin kurulmasında olduğu gibi yıkılmasında da en büyük etkenin "asabiyet" olduğunu ileri sürmüştür. Toplumların ve devletlerin iç dinamiği olan asabiyetin zayıflaması devletin de zayıflaması sonucunu doğurur ve (medeni) hayatın getirmiş olduğu nimetlerden yararlanma da bu sonuç üzerinde çok büyük etkisi vardır. Bu etkinin devlet tarafından önlenmesi mümkün değildir. Çünkü bu, insanın doğup, büyüyüp ölmesi gibi doğal bir sonuçtur.

Devletin İçeriği ve Çeşitleri: 

İbn Haldun'a göre devletin hakikatı, aslı ve içeriği, "insanlar için zaruri bir sosyal kurum" oluşudur. Devletin temel unsuru ise "güç", "kuvvet" ve "otorite" de ifadesini bulan "egemenliktir." Bu unsur, insanın doğasında var olan "gadap" ve "hayvaniyet" (animality)in birer yansıma biçimidir. Buna göre, insanın insanı yönetmesinin ve onun üzerine egemenlik kurmasının psikolojik nedeni gadap, öfke savunma ve galip gelme gibi insan doğasındaki hayvani duygulardır.

İbn Haldun, toplumların devlet haline gelebilmelerini asabiyetle mümkün görmektedir. Hiç bir toplum asabiyetini oluşturmadan devlet kuramaz, hatta yaşamını bile sürdüremez. Asabiyeti oluşmayan toplumlar en ufak bir zorlama karşısında dağılmaya mahkumdurlar. Asabiyet devlet kurulduktan sonra da önemini yitirmez. Devletin sürekliliği de asabiyete bağlıdır. Asabiyetsiz hiçbir devlet kurulmaz. Devletin kurulabilmesi için maddi ve manevi güç gerekir. Bu ise asabiyetin kendisidir. Ancak devlet kurulduktan sonra asabiyet eski canlılığını ve dinamizmini yavaş yavaş kaybeder. İbn Haldun, devletin kurulmasından sonra asabiyetin er geç bozulmaya yüz tutacağını ve hiçbir kuvvetin buna engel olamayacağını ileri sürmektedir.

Tam Bağımsız veya Yarı Bağımsız Devlet:

İbn Haldun, devlet kuran gücün "asabiyet" olduğunu, ancak her asabiyetin bir devlet kuramayacağını, gerçek anlamda devletin (mülk-i tam, mülk-i hakiki) yalnızca, halkı egemenliği altına alan, vergi toplayan, elçiler gönderen, sınırları koruyan ve gücünün üstünde bir güç bulunmayan asabiyete mahsus olduğunu söylemiştir. Ona göre, böyle bir egemenliğe sahip asabiyetin kurduğu devlet tam bağımsız devlettir. Egemenliğe ait yukarıda sayılan bir kısım fonksiyonları yerine getirmeyen devlet ise yarı bağımsız bir devlettir(mülk-ı nakıs).


İbn Haldun'a Göre Yönetim Biçimleri

İbn Haldun, ayrıca yönetim biçimleri açısından da bir sınıflandırma yapmıştır. Bunu yaparken yönetim biçimindeki "öz"ün uygulamadaki yasalarla olan bağlantısını belirlemiştir. Çünkü ona göre yasanın türü, yönetim örgüsünün yapısına açıklık getirebilmektedir. Yasaların, her sosyal düzenin özü ve temeli oluşu İbn Haldun'u bu noktaya getirmiştir. İbn Haldun yasaların üç tür altında toplanabileceğini belirlemiş, bundan hareketle yönetim biçimlerini de üçe ayırmıştır. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz:

1- Devletin Görevleri:

İbn Haldun'un, devletin görevlerini son derece geniş tuttuğu, "sosyal devlet" anlayışına uygun bir şekilde her alanı devletin faaliyet, gözetim ve denetimi altına aldığı görülmektedir. Bu devlet, tüm korunmaya muhtaç kesimlerin koruyucusu, kendini tüm halkın refah ve mutluluğunu sağlamakla görevli sayan devlettir. Bu yaklaşım içerisinde İbn Haldun sağlık ihtiyaçlarını karşılamak, ülkeyi imar etmek, din işlerini düzenlemek, eğitim hizmetini sunmak, halkı kötülüklerden alıkoyup iyiliğe yöneltmek, yiyecek ve içecek maddelerinin temiz ve sağlığa uygun olup olmadıklarını denetlemek, ticari faaliyetleri denetlemek ve bunlara benzer diğer hususları yerine getirmeyi devletin görevleri arasında saymıştır.

2- Devlete İlişkin Toplumsal Sözleşme Kuramı

İbn Haldun'a göre insan toplumsal bir varlıktır, fert olarak yaşaması mümkün değildir ve ihtiyaçları bakımından diğerlerine muhtaçtırlar. Bu özelliği dolayısıyla toplum içinde yaşama zorunluluğundan bahsetmiştir. Karşılaştığı ihtiyaçları yalnız başına giderebilmekten, varlığını kendi gücü ile devam ettirebilmekten uzak olan insan için toplum hayatı bir zorunluluktur. İbn Haldun bu hususu "İnsanların bir arada toplanmaları sırf geçinmelerini sağlamak ve nefislerini korumak içindir." şeklinde ifade etmiştir. Demek ki toplumları oluşturan bireyler yardımlaşmak, dayanışmak ve birbirlerini korumak için kendi aralarında bir "sözleşme" yapmışlar. Bu sözleşmeden sonra bireyle kendilerini bir takım örfi kurallara bağlamışlar. Bu noktaya gelen toplum asabiyeti sayesinde devletin temelini atmışlardır.

İbn Haldun, islam tarihinin devlet anlayışının temelini oluşturan "Biat" kavramı üzerinde önemle durmuştur. O'na göre bu kavram toplum sözleşmesi kuramının temelini oluşturur. Biat, itaat etmeye söz vermekten ibarettir. Bir Emir'e biat eden kimse kendi ve bütün müslümanların işlerini ve idaresini ona teslim edip, bu gibi hususlarda onunla çekişmeyeceğine ve her türlü emirlerine itaat edeceğine söz vermiş olmaktadır. Bu durum bir çeşit toplum sözleşmesidir.

İbn Haldun'a Göre Devlet Başkanı ve Önemi

Devlet Başkanlığı konusu İbn Haldun'un önem verdiği konulardan biridir. Zira ona göre devletlerin iyi veya kötü olmaları yöneticilere bağlıdır. Bu amaçla İbn Haldun, ideal devlet başkanlarının bulunduğu "Dört Halife" dönemi ile bu dönemden sonra gelen ve islam peygamberinin "ısırıcı meliklik" diye nitelendirdiği "saltanat" dönemini birbirinden ayırmakta ve bu doğrultuda başkanlığa ilişkin görüşlerini "Halifelik" ve "Hükümdarlık" şeklinde ikili ayrım içerisinde incelemektedir.

Halifelik: 

İslam peygamberinin ölümünden sonra müslümanlara başkanlık eden kişiye "Halife", bu kuruma da "Halifelik" denmektedir. Hilafet, islam hukuku kurallarıyla insanları, onların yararına olacak şekilde idare etmektir. İbn Haldun'un tanımında "Dini korumak ve dünya siyasetine uygun olarak idare etmek hususunda şeriat sahibine naiplik etmek demektir", denilmektedir. Bu tanımlardan anlaşılacağı üzere halifelik ancak islam hukuku çerçevesinde yönetilen devlette söz konusu olur. Böyle bir devletin yönetimine İbn Haldun "Dini Siyaset" demektedir. Bunun dışında, yani devlet yönetimine esas teşkil eden kuralların insanlar tarafından konulduğu devletteki yönetime ise "Akli Siyaset" demektedir. Akli siyaseti yöneten kişilere ise "Siyasetçi" demektedir. Ona göre, siyasetçiler hiçbir zaman ideal devleti gerçekleştiremezler.

Halifeliğin Şartları:

1- İlim: Halife olacak kimse içtihat yapabilecek düzeyde islam hukukunu bilmeli, yani müçtehit olmalı,

2- Adalet: Halife olacak kimse adil olmalı, yani hukuken yasaklanmış şeyleri yapmamalı,

3- Yeterlilik: Kanunları tatbik etme hususunda cüretli, savaşla ilgili zorlukları göğüslemede basiretli, halkı kendisine bağlamaya muktedir, asabiyet ve siyaset konusunda marifet sahibi olmalı,

4- Duyguların ve organların sağlıklı olması: Duyu ve bunun dışındaki organların her türlü kusurdan ve bozukluklardan salim olması gerekir.

https://www.sozharmani.com/2017/08/ibni-haldun-kimdir.html

Bu yazı, ibni haldun kimdir, ibni haldun fikirleri, ibni haldun felsefi görüşleri, ibni haldun sözleri, ibni haldun devlet görüşü, ibni haldun sosyoloji görüşü, ibni haldun tarih, ibni haldun asabiyet ile ilgilidir.

İBNİ HALDUN'UN DEVLET GÖRÜŞÜ

/ No Comments
felsefe nedir, ibni haldun kimdir, ibni haldun devlet görüşü, ibni haldun devlet kuramları, ibni haldun eserleri, ibni haldun devletin yıkılma nedenleri , ibni haldun toplum analizi, ibni haldun asabiyet kavramı

İBN-İ HALDUN

İbn Haldun, modern historiyografinin, sosyolojinin ve iktisatın öncülerinden,
14. yüzyıl düşünürü, devlet adamı ve tarihçidir.

Eski ve soylu bir ailenin çocuğu olan İbn Haldun, 27 Mayıs 1332 tarihinde Tunus'ta doğdu. Gençlik yıllarında dönemin ünlü hocalarından fıkıh, hadis, tefsir, akaid, mantık, felsefe, matematik, tabiat bilimleri, dil bilimleri, şiir ile edebiyat dersleri almıştır. 20 yaşındayken ülke yönetimini elinde tutan Beni Hafs hanedanından Sultan Ebu İshak'ın katipliğine getirilmesiyle de siyasi yaşamı başlamıştır.

Bu dönemde Fas Emini Ebu İnan kendisini bilim meclisine kabul etmiştir. 1362 yılında da İspanya'ya giderek eski bir dostu olan Gırnata Emiri Ebu Abdullah Muhammed'in hizmetine girmiştir. Bir süre sonra da Kuzey Afrika'ya dönerek Bicaye'de Başvezirlik makamına getirildi. Bunun yanında ilmi çalışmalarını da devam ettirdi.

1366'daki yönetim değişikliği üzerine de vazifesinden ayrılarak kabileler arasında dolaşmaya başladı. Daha sonra 1374 senesinde İspanya'ya dönmek zorunda kaldı. Fakat siyasi sürtüşmeler sebebiyle ülkeden çıkarılarak yeniden Afrika'ya gönderildi. Siyasi çalkantılardan bıkıp usanan İbn Haldun, bu dönemde İbn Selame denilen bir kaleye yerleşmiştir. Kendisini bütünüyle ilmi çalışmalara vererek ünlü eseri Mukaddime'yi 1374'de burada tamamladı. 1382 yılında da Mısır'a giderek Kahire'de bulunan medreselerde müderrislik yapmaya başladı. Bunun yanında Hicaz, Kudüs ve Suriye'ye de seyahatler düzenledi. İbni Haldun 1406 yılında Kahire'de hayata gözlerini yumdu.

ESERLERİ

- Kaside-i Bürde Şerhi
- İbn Rüşd Felsefesi Hakkında Bir Risale
- Kitab el-Mantık
- Kitab el-Hisab
- Marakeş Sultanına Yazılan Bir Risale
- Şiire Dair Bir Risale
- Mukaddime

İBN HALDUN'UN DEVLET GÖRÜŞÜ (Yönetimler Döngüsü)
*Dr. A. Ezeli AZARKAN

ÖZET 

Ortaçağ İslam-Arap düşünürlerinden olan İbn Haldun ( 1332 1406 ) çok yönlü bir kişiliktir. Daha çok tarihçi, sosyolog ve siyaset bilimci olarak tanınan İbn Haldun, aynı zamanda kendine özgü felsefi ve ekonomik görüşlere sahiptir. İbn Haldun'un asıl önemi tarih ve sosyoloji alanında yapmış olduğu çalışmalardan kaynaklanır.

İbn Haldun devletin doğuşu, gelişmesi, buhranları ve yıkılışının nedenlerinin bilinebileceğini ileri sürmektedir. Ona göre; topluluklar arasında olan asabiyet bağı sayesinde devletler kurulmuştur. Düşünür, devleti, ortak çıkarları ve ihtiyaçları karşılamaya yönelik bir kurum olduğunu iddia etmektedir. İbn Haldun, devletin yıkılışında asabiyet bağının zayıflamasına bağlamaktadır. Ona göre; insanın doğup, büyüyüp ölmesi gibi devletlerin kurulup, gelişmesi ve yıkılması doğal bir olaydır.

GİRİŞ 

Orta Çağ İslam Arap düşünürlerinden olan İbn Haldun (1332-1406) çok yönlü ilmi kişiliği ile, gerileme dönemi islam düşüncesinin eşsiz bir dehasıdır. Daha çok tarihçi, sosyolog ve siyasi bilimci olarak tanınan İbn Haldun, aynı zamanda kendine özgü felsefi ve ekonomik görüşleri olan bir ilmi kişiliktir. Söz konusu ilmi sahalardaki görüşlerinin yer aldığı ünlü "Mukaddime" adlı eseri onun bir şaheseridir. İbn Haldun mukaddime'sinde, tarih ilminin yol göstericiliği altında sosyal, siyasal ve ekonomik yapıları amprik bir yöntemle inceleyerek bir takım sonuçlar elde etmeye çalışmıştır.(1)

İbn Haldun, her şeyden önce bir tarihçidir. Ancak onun tarihçiliği, döneminde yaygın olan tarihçiliğin aksine, tarihi olayların sebep ve sonuçlarının felsefi bir yaklaşımla tahlil edildiği bir tarihçiliktir. Tarihi olayların abartılı olarak kuru bir biçimde hikaye edilmesine karşı çıkan İbn Haldun, tarihi olayların incelenmesinden çıkarılacak olan sonuçların diğer sosyal bilimler için birer veri oluşturması gerekliliği üzerinde durarak bu konuda yeni bir çığır açmıştır. Ona göre; tarih ilminin konusu sosyal olaylardır. Bunun için tarihçi, sosyal olayları tarihi seyir içerisinde inceleyip bir takım sonuçlar çıkarmak durumundadır. Bu görüşleriyle İbn Haldun, ilk olarak, tarihçiliğe gerçek anlamda bir bilim olma özeliğini kazandırmıştır.(2)

İbn Haldun tarihçi olduğu kadar sosyologdur da. Onun sosyologluğu tarihçi oluşuna bağlı bir durumdur. Gerçekten İbn Haldun sosyoloji biliminin temelini tarih ilmine dayandırmıştır. Ona göre, sosyolojik araştırmalarda sağlıklı sonuçlara varabilmek için tarihin bilinmesi bir zorunluluktur. Ulusların esenliği toplumun yasalarını iyi anlamak, onları gereğince değerlendirmek ve o toplumun tarihini iyi bilip sağlıklı bir analizden geçirmeye bağlıdır. O halde sosyolojik araştırmalar tarihle başlamalıdır.(3)

İbn Haldun, Mukaddime'sinin "Umran İlmi" başlıklı bölümünde sosyolojik görüş ve tahlillerine geniş yer vermiştir. Ona göre "Umran İlmi"; toplumun ve devletlerin ortaya çıkışlarının, toplumların tarihi seyir içerisinde geçirdikleri evrelerin, en küçük toplumsal birime varıncaya kadar tüm sosyal yapıların çeşitli yönleriyle ele alınıp incelendiği bir bilimdir.(4) 

İbn Haldun bu ilmin devletler ve uluslar için gerekli olduğunu, zira ancak bu ilim sayesinde devletlerin doğuşları, gelişmeleri, yıkılışları ve buhranlarının öğrenilebilir olduğunu düşünmektedir.

İbn Haldun'un devlet görüşünün alt yapısını, doğru ve sağlıklı tarihi bilgiler temeline dayalı sosyolojik araştırmaları ve gözlemleri oluşturmaktadır. Bunun için İbn Haldun'un devlet görüşünü incelemeye geçmeden önce onun sosyolojik görüşlerini ele almaya çalışacağız.

Birinci Bölüm 

İBN HALDUN'DA TOPLUM ANALİZİ 

I. TOPLUM KAVRAMI 

A. TOPLUMLARIN DOĞUŞU 

İbn Haldun, insanların toplumsal birer varlık olduklarını belirterek, yaşamlarını sürdürebilmeleri için birbirleriyle yardımlaşmak, tehlikelere karşı birbirlerini korumak, kısaca sosyo-ekonomik sorunlarını çözebilmek için bir araya gelmelerinin bir zorunluluk olduğunu ileri sürmüştür. Ona göre, insan doğa karşısında yalnızdır. Sırf bu yalnızlığını gidermek için bile olsa insan, insana ihtiyaç duyar. Kendisine durmadan bir hemcins arar. Çünkü insan, diğer varlıklardan çok farklı bir şekilde yaratılmıştır. Kaldı ki, insanın fizyolojik ihtiyaçları onu bir topluluk oluşturmaya itmektedir. Ayrıca doğanın acımasızlığı da insanı insana bağlanmayı zorunlu kılar. Bütün insanlardan başka, insanın insana karşı olan bir düşmanlığı vardır. İnsan yalnız başına bu sorunları çözse bile, hiçbir zaman bu düşmanlık sorununu çözemeyecek, bunun için de insan daima kendisine bir dost arayacaktır. (5) Tüm bu açıklamalardan şu sonucu çıkartmak mümkündür: Toplumlar, insanların ekonomik ihtiyaçlarını karşılama ve doğal tehlikelere karşı koyma hususunda yardımlaşmalarından doğar.

B. TOPLUMLARIN ÇEŞİTLERİ 

1. Göçebe toplumlar: 

İbn Haldun'a göre, hiçbir toplum doğuştan yerleşik (medeni) olamaz. Her toplum ilk doğduğunda göçebedir. Bu, sosyal ve doğal şartların bir gereğidir. Göçebelik hayatı toplumun yapısına göre uzun veya kısa olabilir. Fakat bu devreyi geçirmeyen hiç bir toplum medeniyeti oluşturamaz.

Göçebe toplumlar kendi aralarında ikiye ayrılır: Bir kısmı ziraat ve bahçecilik yaparak çiftçilikle uğraşırlar, diğer kısmı ise koyun, keçi, sığır, arı ve ipekböceği gibi hayvanlara ve canlılara bakma işini meslek edinmişlerdir. Birinci grup toplum geçimlerini toprak ve ağaçlardan sağladığından çok uzak yerlere gidemezler, belirli bir çevre içerisinde dönüp dolaşırlar. İkinci grup toplum ise her yere gidebilirler. Özellikle çöllere, dönüşü olmayan yerlere kadar uzanabilerler. Hayvan beslemeleri, onları tam bir göçebe hayatı yaşamaya yöneltmiştir. (6)

a) Göçebe Toplumların Sosyolojik Yapıları: 

Göçebe toplumlarını oluşturan bireyler birbirlerine çok bağlıdırlar. İbn Haldun bu durumu "asabiyet" kavramı ile açıklıyor. Ona göre asabiyet geliştikçe bireylerin birbirine olan bağlılıkları da artır. Bu bağlılık göçebe toplumların yaşam tarzlarından kaynaklanmaktadır. Bağımsız yaşayan göçebe bir kabile, dıştan tehlikelere karşı kendisini korumak ve doğal ihtiyaçlarını karşılamak için kuvvetli bir dayanışma içerisinde olmalıdır. Böyle bir kabile kendi mensuplarına, dışa karşı uyanık olmayı, kendi aralarında ise dayanışma içinde olmayı telkin eder. Bu şartlar içerisinde göçebe insanı, dışa karşı haşin ve mücadeleci, içe karşı ise merhametli ve yardımsever insandır.

Göçebe toplum ihtiyacı kadar üretir. Konut barınmayı, gıda yaşamayı, giyecek örtünmeyi sağlayacak kadardır. İhtiyaç maddelerinde çeşitlilik ve lüks yoktur. Göçebe insan rahatlığa ve bolluğa alışmadığı için kanaatkardır. Kabilenin çıkarını kendi çıkarlarından üstün tutar, egoist değildir, diğerlerini düşünür ve yüreklidir. (7)

b) Göçebe Toplumların Hukuki Yapıları 

Göçebe toplumların kendilerine özgü hukuki yapıları vardır. Bu hukuki yapının temelini "asabiyet" kavramı oluşturmaktadır. Kişileri birbirlerine bağlayan, onları birbirleriyle kaynaştıran asabiyet, bir takım kurallar da ortaya koyar. Asabiyet geliştikçe bu kurallar daha da belirginleşir. (8)

Asabiyet doğarken bir kabile büyüğünü ortaya çıkarır. Bazen bu kabile büyükleri birkaç kişi de olabilir. Toplum ilk dönemlerinde kabile büyüklerinin buyruklarına göre yönetilir. Kabile büyüklerinin buyrukları, toplumun geçmiş yıllarından getirdiği değer yargıları, örf ve adetler hukuki yapının temellerini oluşturur. Göçebe toplumun hukuki yapısının gelişimi bu yöndedir. (9)

2. Yerleşik (Medeni, Hadari) Toplum:

İbn Haldun, her göçebe toplumun zamanla gelişme göstererek toprağa yerleşeceğini, bunun nedeninin ise göçebe toplumların güç ve servet kazandıkça yerleşik bir hayat sürme isteklerinin artması olduğunu ileri sürmüştür. Böylece göçebe toplumlar yavaş yavaş kasaba ve şehirlere yerleşirler. Bunun sonucu olarak devlet aşaması ortaya çıkar. Devlet aşamasında otorite, insanları dış tehlikelere karşı koruduğundan, insanlar askerlikten ve güvensizlik ortamının doğurduğu yaşam tarzından vazgeçerek, sanat, edebiyat, mimarlık gibi kültürel konularla ilgilenmeye başlarlar. Böylece yerleşik hayatta insanlar kendi zevk ve rahatlarını düşünerek egoist olurlar ve cesaretlerini kaybederler. Ayrıca otoritenin her alanda kendini hissettirmesi insanların bağımsızlık duygularını da yok eder.(10)

Yerleşik toplumların hukuki yapıları göçebe toplumlardan farklıdır. Her şeyden önce yerleşik toplumlarda asabiyet bağı zayıflamış, onun yerini "din bağı" ve "hükümdara sadakat bağı" almıştır. Dolayısıyla bu toplumlardaki hukuki yapı dini kurallar ve hükümdarın koymuş olduğu kurallardan meydana gelir.(11)

İbn Haldun'un toplum kuramı incelendiğinde onun "tarihsel determinizm" anlayışıyla hareket ettiği görülür. Tarihi seyir içerisindeki tüm toplumların "bedevi" yaşamdan "medeni" yaşam biçimine geçiş yaptıklarını, bunun kaçınılmaz genel bir kural olduğunu söylemekle determinist anlayışını ortaya koymuştur.

İbn Haldun'un, göçebe toplum-yerleşik toplum ayrımı üzerinde dururken, zamanın Arap, Norman, Berberi, Moğol, Kürt ve Türk topluluklarının yaşam biçimlerini değerlendirip yorumlanmasındaki doğruluk payı yüksektir. Ancak bu konudaki görüşlerini genelleştirip, tarih boyunca ortaya çıkan tüm toplumların söz konusu aşamalardan geçmiş olduğunu söylemesi bir varsayımdan öteye gitmemektedir.

II. ASABİYET KAVRAMI 

A. ASABİYETİN TANIMI 

İbn Haldun'un üzerinde en çok durduğu ve devlet görüşünün temelini oluşturan kavram asabiyettir. bu kavram ibn haldun'a özgü olup, başka bir düşünürde bu kavrama rastlanmamaktadır. ibn haldun asabiyet kavramını değişik şekillerde tanımlamıştır. bunlardan sadece bir kaçını vermekle yetineceğiz.
"Bir aşiretten veya bir aileden gelmek veya bir babanın çocukları olarak kardeş olmak özel bir asabiyet meydana getirir."(12) 

"Asabiyet, sadece nesep birliğinden veya o manadaki diğer bir şeyden hasıl olur."(13) 

"Neseplerdeki semere ve fayda, yardımlaşmaya ve gayrete gelerek imdada koşmaya vesile olan asabiyetten ibarettir."(14)

Bu konuda araştırma yapmış olan bazı yazarlar İbn Haldun'un asabiyet kavramından neyi kasdettiğini şu şekilde açıklamışlardır: ".. el-asabiyye savunma ile uzun eksersizle, eğitimle, hayat ve ölümün başka hal şartlarıyla kazanılır."(15)

"Toplumsal örgütlenmenin çap ve yoğunluğunu belirleyen değişken grup duygusu, grup dayanışması (asabiye) dır."(16) 

"Nesep bağlarının kuvvetli olduğu yerlerde nesep asabiyeti, başka yerlerde dini, hissi, mefkürevi olan sebep asabiyeti rol oynar." 

(17)"Asabiyet, bir çeşit sosyal bilinçten başka bir şey değildir."(18) 

"Asabiyet; tüm yönlerini içerir bir şekilde şöyle tanımlamak mümkündür: Aynı nesepten gelen kimseler arasındaki yardımlaşma, dayanışma ve tehlikelere karşı kendini korumak için biyolojik bağlardan doğan, daha sonraları inanç birliğine dönüşerek devletin kurulmasında yol oynayan soyut bir kavramdır."(19)

B. ASABİYET VE DEVLET 

İbn Haldun, toplumların devlet haline gelebilmelerini asabiyetle mümkün görmektedir. Hiç bir toplum asabiyetini oluşturmadan devlet kuramaz, hatta yaşamını bile sürdüremez. Asabiyeti oluşmayan toplumlar en ufak bir zorlama karşısında dağılmaya mahkumdurlar. Asabiyet devlet kurulduktan sonra da önemini yitirmez. Devletin sürekliliği de asabiyete bağlıdır. Asabiyetsiz hiçbir devlet kurulmaz. Devletin kurulabilmesi için maddi ve manevi güç gerekir. Bu ise asabiyetin kendisidir.(20)

Tüm bu açıklamalardan, asabiyetin amacının devlet kurmak olduğu anlaşılmaktadır. Ancak devlet kurulduktan sonra asabiyet eski canlılığını ve dinamizmini yavaş yavaş kaybeder. İbn Haldun, devletin kurulmasından sonra asabiyetin er geç bozulmaya yüz tutacağını ve hiçbir kuvvetin buna engel olamayacağını iler sürmektedir.(21)

C. ASABİYETİN ÇEŞİTLERİ 

1. Nesep Asabiyeti: 

Aynı kökten gelen bireyler arasındaki organik bağlılıktır. Bu asabiyet şekli genellikle bozkırlarda yaşayan göçebe toplumlarda görülür. İnsanlarda akrabalık bağı doğuştan vardır. Bu bağ nedeniyle insanlar gayrete gelerek zarara uğrayan ve bir tehlike ile karşılaşan akrabasına yardıma koşar.(22) 

Göçebe kabilelerin büyümesi halinde, kabilenin ayakta durmasını nesep asabiyeti sağlayamaz. Zira artık kabile büyümüştür ve kabiledeki tüm bireyle aynı soydan gelmemiştir. Bu durumda asabiyetin gücünü koruyabilmesi için nesep asabiyetine dönüşmesi gerekir.

2. Sebep Asabiyeti: 

Fındıkoğlu bu asabiyet şeklini şu şekilde açıklamaktadır: "Muhtelif vesile ve suretlerde kandaş çevreye girmiş uzuvların arz ettiği asabiyet"tir.(23) 

Bu asabiyet şekli göçebe kabilenin yerleşik hayata geçmesiyle oluşur. Yerleşik hayata geçildikten sonra, biyolojik kan bağından doğan nesep asabiyeti ortadan kalkmağa başlar. Onun yerini ideolojiden kaynaklanan asabiyet alır. Yerleşik hayatta bireyleri soy birliği üzerinde tutmak ve yönlendirmek mümkün olmaz. Zira böyle bir toplumda nesepler karışmış durumdadır. Bunun için yerleşik toplumda bu fonksiyonu "din" görür. Bireyler din siyasetinde birbirlerini severler, sayarlar ve böylece toplumsal düzen sağlanmış olur.(24)

İbn Haldun'un asabiyet kuramı onun genel felsefesinde önemli bir yere sahiptir. Özellikle toplumsal ve siyasal görüşlerinin temelini "asabiyet kuramı" oluşturmaktadır. İbn Haldun'a göre, devletlerin ortaya çıkışını ve yıkılışını da içeren toplumsal değişmeleri meydana getiren etkenler, her toplumun kendine özgü iç dinamikleridir. Bu dinamikler "asabiyet" (nesep asabiyeti) ve "din" (sebep asabiyeti)'dir. Birbirleriyle sürekli savaş halinde olan göçebe toplumlarda sık rastlanan birinci özellik bir tür sosyal dayanışmadır. Saldırı ve tahrip duygularını hemen harekete geçirebilen bir bağlılık unsurudur. Din ise genellikle yerleşik (medeni) toplumlarda gelişen ruhani kardeşlik duygusundan ve "asabiyet"e göre daha sağlam ve kalıcı bir güçtür. İbn Haldun'un özlemlediği toplumsal yapı, asabiyet ile dinin birlikte varolduğu bir toplumsal yapıdır. Bunun için asabiye'nin güçlü olduğu Arap toplumunun İslam dinini kabul etmesiyle oluşturduğu toplumsal yapıyı ideal olarak kabul etmiştir.

İkinci Bölüm 

İBN HALDUN'UN DEVLET GÖRÜŞÜ 

1. GENEL OLARAK DEVLET 

A. DEVLETİN İÇERİĞİ, ÇEŞİTLERİ VE ORTAYA ÇIKIŞI : 

1. Devletin İçeriği ve Çeşitleri: 

İbn Haldun'a göre devletin hakikatı, aslı ve içeriği, "insanlar için zaruri bir sosyal kurum" oluşudur. Devletin temel unsuru ise "güç", "kuvvet" ve "otorite" de ifadesini bulan "egemenliktir." Bu unsur, insanın doğasında var olan "gadap" ve "hayvaniyet" (animality)in birer yansıma biçimidir. Buna göre, insanın insanı yönetmesinin ve onun üzerine egemenlik kurmasının psikolojik nedeni gadap, savunma ve galip gelme gibi insan doğasındaki hayvani duygulardır.(25)

İbn Haldun, devlet kuran güç'ün "asabiyet" olduğunu, ancak her asabiyetin bir devlet kuramayacağını, gerçek anlamda devletin (mülk-i tam, mülk-i hakiki) yanlızca, halkı egemenliği altına alan, vergi toplayan, elçiler gönderen, sınırları koruyan ve gücünün üstünde bir güç bulunmayan asabiyete mahsus olduğunu söylemiştir.(26) 

Ona göre, böyle bir egemenliğe sahip asabiyetin kurduğu devlet tam bağımsız devlettir. Egemenliğe ait yukarıda sayılan bir kısım fonksiyonları yerine getirmeyen devlet ise yarı bağımsız bir devlettir(mülk-ı nakıs). (27)

İbn Haldun ayrıca yönetim biçimleri açısından da bir sınıflandırma yapmıştır. Bunu yaparken yönetim biçimindeki "öz"ün uygulamadaki yasalarla olan bağlantısını belirlemiştir. Çünkü ona göre yasanın türü, yönetim örgüsünün yapısına açıklık getirebilmektedir. Yasaların, her sosyal düzenin özü ve temeli oluşu İbn Haldun'u bu noktaya getirmiştir. İbn Haldun yasaların üç tür altında toplanabileceğini belirlemiş, bundan hareketle yönetim biçimlerini de üçe ayırmıştır. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz:
Mülk-i Tabii: Doğal yönetim (Naturel Royal Outhority). Bu yönetim biçimi zor, güç, baskı ve kişisel arzulara dayanan keyfi bir yönetimdir.(28) 

Burada "doğal"lıkla vurgulanan, bireyin yapısındaki eğilim, karakter ve diğer doğal isteklerdir. Kendini sevmek, üstünlük veya egemen olma isteği ve bencillik gibi bireysel tutumlara dayalı bir yönetim biçimidir. İbn Haldun'a göre bu tür yönetim tamamen kötüdür.

İbn Haldun'un sözünü ettiği bu yönetim biçimi, günümüzde diktatörlük olarak adlandırdığımız otokratik ve anayasal olamayan yöntemlerdir.

Mülk-i Siyasi: Siyasal Yönetim (Political Royal Outhority). Maddi yararların elde edilmesi ve zararların giderilmesi doğrultusunda aklın buyruklarınca gerçekleştirilen bir yönetim biçimidir. Laik (secular) bir yönetimdir. İbn Haldun'a göre bu tür yönetim eğer dine saygılı olursa iyi, dine saygılı olmazsa kötü bir yönetim halini alır. (29)

Bu yönetim biçimi günümüzün anayasal yapıya sahip demokrasileriyle özdeştir. Bu yönetim biçimlerinde yalnızca maddi planda da olsa- adalet, eşitliğin sağlanması, toplumsal yararın gerçekleştirilmesi amaç edinilmektedir. Toplumsal iradenin belirlediği bir yönetim yürürlüktedir. Bunun için yönetim işleri yerli yerindedir. Bu da toplumun ilerlemesi soncunu doğurabilmekte, yönetimde düzenliliği gerçekleştirebilmektedir. Bütün bunlara karşın bu yönetim biçimi de maddecidir. Yalnızca maddi çıkarlar gözetilmekte, manevi çıkarlar dikkate alınmamaktadır.

Hilafet: İnsanların maddi ve manevi çıkarlarının yönetilmesidir. Hilafet, dinin korunması ve dünyanın dini kurallara göre yönetilmesi için şeriat sahibi olan peygamberlere vekalet etmektir. (30) 

İbn Haldun burada "mülk" kelimesini kullanmaz. Çünkü hükümdarlık anlamına gelen "mülk" kelimesinde krallık ve saltanat anlamı vardır. İbn Haldun'a göre hilafet, her iki yönetim biçiminin karşısında halkın hem maddi, hem de manevi çıkarlarını koruyup geliştiren yönetim biçimidir.

2.Devletin Ortaya Çıkışı: 

İbn Haldun devletin, göçebe toplum yapısından yerleşik toplum yapısına geçiş ile ortaya çıktığını savunmaktadır. Ona göre göçebe toplumlarda devlet yoktur. Oysa yerleşik toplumlarda siyasal örgütler kurulmuş ve devlet aşamasına gelinmiştir. Göçebe toplumların devleti meydana getirmelerinde, ihtiyaçların karşılanması, dıştan gelen tehlikelere karşı korumak ve bunlara benzer doğal zorunluluklar etken olmuştur. (31)

B. DEVLETİN GEREKLİLİĞİ 

İbn Haldun devletin gerekliliğini iki nedenle açıklamaktadır. Bunlar:
Devlet, insan için doğal bir zorunluluktur. Devletin kurulması sosyal hayatın bir gereğidir. İnsan, yaşamak ve varlığını devam ettirebilmek için, yani ihtiyaçlarını karşılamak için bir araya gelmek ve hemcinsleriyle yardımlaşmak zorundadır. Bu zorunluluğun karşılanması ancak devletin varlığı ile mümkündür. (32)

İnsanlar, bir araya gelmeleri ve dayanışma içine girmelerinden sonra birbirinin saldırganlığından korunmak için yasakçıya (devlete) muhtaçtırlar. İnsanların birbirine yönelttikleri saldırıları engelleyen bir güç olmadan güvenlik içinde yaşamaları imkânsızdır. Devlet olmadığı taktirde onları bu saldırılardan kimse koruyamaz. Dolayısıyla devletin varlığı zorunludur. (33)

C. DEVLETİN GÖREVLERİ 

İbn Haldun'un, devletin görevlerini son derece geniş tuttuğu, "sosyal devlet" anlayışına uygun bir şekilde her alanı devletin faaliyet, gözetim ve denetimi altına aldığı görülmektedir. Bu devlet, tüm korunmaya muhtaç kesimlerin koruyucusu, kendini tüm halkın refah ve mutluluğunu sağlamakla görevli sayan devlettir. Bu yaklaşım içerisinde İbn Haldun sağlık ihtiyaçlarını karşılamak, ülkeyi imar etmek, din işlerini düzenlemek, eğitim hizmetini sunmak, halkı kötülüklerden alıkoyup iyiliğe yöneltmek, yiyecek ve içecek maddelerinin temiz ve sağlığa uygun olup olmadıklarını denetlemek, ticari faaliyetleri denetlemek ve bunlara benzer diğer hususları yerine getirmeyi devletin görevleri arasında saymıştır. (34)

II. DEVLETE İLİŞKİN KURAMLAR 

A. TOPLUM SÖZLEŞMESİ KURAMI 

İbn Haldun, insanın toplumsal bir varlık olduğundan ve bu özelliği dolayısıyla toplum içinde yaşama zorunluluğundan bahsetmiştir. Karşılaştığı ihtiyaçları yalnız başına giderebilmekten, varlığını kendi gücü ile devam ettirebilmekten uzak olan insan için toplum hayatı bir zorunluluktur. (35) 

Bu hususu İbn Haldun şu şekilde ifade etmektedir: "İnsanların bir arada toplanmaları sırf geçinmelerini sağlamak ve nefislerini korumak içindir." (36)

Demek ki toplumları oluşturan bireyler yardımlaşmak, dayanışmak ve birbirlerini korumak için kendi aralarında bir "sözleşme" yapmışlar. Bu sözleşmeden sonra bireyle kendilerini bir takım örfi kurallara bağlamışlar. Bu noktaya gelen toplum asabiyeti sayesinde devletin temelini atmışlardır.

İbn Haldun, islam tarihinin devlet anlayışının temelini oluşturan "Biat" kavramı üzerinde önemle durmuştur. O'na göre bu kavram toplum sözleşmesi kuramının temelini oluşturur. Biat, itaat etmeye söz vermekten ibarettir. Bir Emir'e biat eden kimse kendi ve bütün müslümanların işlerini ve idaresini ona teslim edip, bu gibi hususlarda onunla çekişmeyeceğine ve her türlü emirlerine itaat edeceğine söz vermiş olmaktadır. (37) Bu durum bir çeşit toplum sözleşmesidir.

B. ORGANİZMACI DEVLET KURAMI 

İbn Haldun, yaşadığı devrin siyasal istikrarsızlığının etkisi altında kalarak yaşadığı devirde doğan, büyüyen ve gelişen devletlerin bir süre sonra varlıklarını kaybettiklerini ve yerlerine yenilerinin kurulduklarını gözlemleyerek, bu gözleminden insan organizması ile devlet arasında bir benzerliğin var olduğunu ortaya koymuştur. İbn Haldun'un insan organizması ile devlet arasında bu benzerlik kendisini, insan organizmasında olduğu gibi devlette de hiçbir gücün yıkılmayı önleyemeyeceği sonucuna götürmüştür. Her toplumun olduğu gibi, toplum hayatının siyasal biçimini ifade eden devlet de canlı varlıkların bağlı bulundukları bir kanuna tabidir. Yani devlet de canlı varlıklar gibi doğar, gelişir, büyür, yaşlanır ve nihayet varlığını kaybeder (38).

C. TAVIRLAR KURAMI 

İnsan ömrüne benzer bir hayat geçiren devlet, aynı zamanda onun büyüme, genişleme ve çökme devirlerini de geçirecektir. İbn Haldun bu devrelere " siyasi toplumun geçireceği tavırlar " ismini veriyor ve bu tavırları şöyle ayırıyor:
Birinci tavır, "zafer tavrı"dır. Henüz siyasi iktidarda mutlakiyet meydana gelmemiştir, asabiyet devam etmektedir. (39)

İkinci tavır, "istibdat tavrı"dır. Sebep asabiyeti nesep asabiyetini bir kenara atmış, hükümdarla kabilesi arasında bir ayrılık ortaya çıkmış, mutlakiyet yerleşmiştir. (40)

Üçüncü tavır, "fera tavırı"dır. Bu aşamada medenilik tüm olgunluğunu mimaride, zanaatlarda ve güzel sanatlarda bulmuş, mutlakiyet rejimi huzur devrine kavuşmuştur. (41)

Dördüncü tavır, "sulh tavrı"dır Devlet, öncekilerinin elde ettikleri ile kanaat eder ve diğer devletlerle sulh içinde yaşar. (42)

Beşinci tavır, "israf tavrıdır" dır. Bu tavırda hükümdar, devletin servetini kendi heva ve hevesi için tüketir. Kendisine bağlı olan insanları kaybeder. Devlet müzmin bir hastalığa hastalanır ve nihayetinde çöker. (43)

Düşünürce tüm bu tavırlar, bir tek toplum bakımından öngörülmüşse de gerçekte, göçebe ve yerleşik olmak üzere iki toplumun ilişkilerini aydınlatacak biçimde ele alınmıştır. Esas itibari ile bu teori, göçebe toplumdan yerleşik topluma geçiş süreci olarak karşımıza çıkmaktadır. (44) 

Düşünürümüzün "organizmacı devlet kuramı" ve "tavırlar kuramı", içinde yaşadığı dönemin gerçeklerini yansıtmaktadır. İbn Haldun, gerek tarihi kaynaklardan elde ettiği bilgiler doğrultusunda kendinden önceki çağların, gerekse kendi yaşadığı çağın her türlü istikrarından yoksun siyasi olayların etkisinde kalarak bu kuramları geliştirmiştir. Tarihi bilgilerine ve soyut gözlemlerine dayanarak, kurulan devletlerin bir süre sonra yıkıldıklarını ve yerlerine yenilerinin kurulduğunu tespit eden düşünürümüz, bu tespitten hareketle ki insanın biyolojik yapısıyla devlet arasında bir benzerliğin varlığını ortaya koymuştur. İşte söz konusu kuramlar bu benzerlik temeline dayanılarak geliştirilmiştir.

Her ne kadar düşünürümüzün söz konusu kuramlarının, yaşadığı dönem ve daha önceki dönemler açısından gerçeklik payı yüksek ise de, aynı şeyi günümüz açısından söylemek mümkün değildir. Zira günümüzde varlıklarını devam ettiren bir takım devletlerin günümüzden 100-300 yıl önce kuruldukları bilinmektedir. Bu devletler her ne kadar zaman zaman bazı sarsıntılar geçirmiş ise de varlıklarını bugüne değin devam ettirebilmişlerdir. Ancak burada şunu söylemek mümkündür: İbn Haldun'nun devlete ilişkin ileri sürdüğü görüşleri, günümüzün geri kalmış ülkelerince kısmen doğrulanmaktadır.

III. DEVLET BAŞKANININ ÖZELLİKLERİ 

Devlet Başkanlığı konusu İbn Haldun'un önem verdiği konulardan biridir. Zira ona göre devletlerin iyi veya kötü olmaları yöneticilere bağlıdır. Bu amaçla İbn Haldun, ideal devlet başkanlarının bulunduğu "Dört Halife" dönemi ile bu dönemden sonra gelen ve islam peygamberinin "ısırıcı meliklik" diye nitelendirdiği "saltanat" dönemini birbirinden ayırmakta ve bu doğrultuda başkanlığa ilişkin görüşlerini "Halifelik" ve "Hükümdarlık" şeklinde ikili ayrım içerisinde incelemektedir.

A. HALİFELİK 

1.Tanımı : 

İslam peygamberinin ölümünden sonra müslümanlara başkanlık eden kişiye "Halife", bu kuruma da "Halifelik" denmektedir. Hilafet, islam hukuku kurallarıyla insanları, onların yararına olacak şekilde idare etmektir. İbn Haldun'un tanımında "Dini korumak ve dünya siyasetine uygun olarak idare etmek hususunda şeriat sahibine naiplik etmek demektir" (45), denilmektedir. 

Bu tanımlardan anlaşılacağı üzere halifelik ancak islam hukuku çerçevesinde yönetilen devlette söz konusu olur. Böyle bir devletin yönetimine İbn Haldun "Dini Siyaset" demektedir. Bunun dışında, yani devlet yönetimine esas teşkil eden kuralların insanlar tarafından konulduğu devletteki yönetime ise "Akli Siyaset" demektedir. Akli siyaseti yöneten kişilere ise "Siyasetçi" demektedir. Ona göre, siyasetçiler hiçbir zaman ideal devleti gerçekleştiremezler. (46)

2.Şartlar: 

a.İlim: Halife olacak kimse içtihat yapabilecek düzeyde islam hukukunu bilmeli, yani müçtehit olmalı,

b.Adalet: Halife olacak kimse adil olmalı, yani hukuken yasaklanmış şeyleri yapmamalı,

c.Yeterlilik: Kanunları tatbik etme hususunda cüretli, savaşla ilgili zorlukları göğüslemede basiretli, halkı kendisine bağlamaya muktedir, asabiyet ve siyaset konusunda marifet sahibi olmalı,

d.Duyguların ve organların sağlıklı olması: Duyu ve bunun dışındaki organların her türlü kusurdan ve bozukluklardan salim olması gerekir (47).

1. Halifelikten Hükümdarlığa Geçiş: 

İbn Haldun halifelikten hükümdarlığa geçişi, birçok tarihsel olayların yorumunda anahtar olarak kullandığı "asabiyet" kavramıyla açıklamaya çalışmıştır. Ailede, kabilede ve toplumda dayanışma ve yardımlaşma olarak tanımladığı asabiyetin, doğal olarak insanları egemenlik kurma noktasına da itebileceğini kabul etmiştir. Ona göre asabiyetin doğal bir olay ve toplumsal bir yasa oluşu gibi, asabiyetin hükümdarlığı doğurması da kaçınılmaz bir gelişmedir. (48)

İbn Haldun, asabiyetin doğal bir sonucu olan hükümdarlığın kötülenecek bir kurum olmadığını, bunun tıpkı İslam dini tarafından kötüye kullanılması halinde yasaklanan "gadap" ve "şehvet" gibi bir olgu olduğunu ileri sürmüştür. Nasıl ki dince yasaklanmış şeylerde kullanılan bu sıfatlar meşru ve dince yasaklanmış şeylerde kullanılması halinde gayri meşru oluyorsa, asabiyetin sonucu olan hükümdarlık da aynen böyledir. (49)

Hükümdarlığın da iki yönü vardır. Bir yönü yanlışa, diğer yönü ise doğruya doğrudur. Yönü yanlışa dönük olan hükümdarlık İslamiyet'in kötülediği bir yönetimdir. Halifelik bu olayla hükümdarlığa dönüşmüştür ve bu dönüşüm de asabiyetin doğal bir sonucudur. (50)

İbn Haldun bu dönüşümü açıkladıktan sonra, gelişmeler sonucu gerçekleşen dönüşüme bir de yorum getirmiştir. Buna göre, hükümdarlığa dönüşmüş olmasına karşın hilafetin kalıcı bir "öz"ü vardır. Değişiklik yalnızca "sebep"te ortaya çıkmakta; amaç başlangıçta "din" olmasına karşılık, sonradan bunun yerini "asabiyet" almaktadır. Ama, hilafetin özü ve amaçları devam etmiştir. Çünkü yeni hükümdarlığın da amaçları, dinin gereklerini yerine getirmek, hedefleri gerçekleştirmek ve adaletle hükmetmektir. (51)

Bu görüşüyle İbn Haldun, ideal yönetim biçiminin "hilafet" olduğunu, ancak "asabiyetin" doğal bir sonucu olan "saltanat"ın ise kötülenecek bir yönetim olmadığını kabul etmektedir. Saltanatın iyiye kullanıldığında iyi, kötüye kullanıldığında kötü sonuçlar doğurabilecek bir yönetim biçimi olduğunu, bunun dini açıdan eleştirilecek bir yönü olmadığını söylemiştir.

Kanımızca; İbn Haldun'u diğer islam düşünürleri gibi bu şekilde düşünmeye iten temel neden, yaşadığı dönemin ve ortamın siyasal istikrarsızlıklarla dolu oluşudur. Siyasal istikrarsızlığın ve otorite boşluğunun doğurduğu anarşi ve kaos ortamının nelere mal olduğunu tarihi ve ampirik araştırmaları ile çok iyi bilinen İbn Haldun, söz konusu endişelerinden dolayı böyle bir yorum yapmış olduğu düşüncesindeyiz. Ancak aynı endişeleri günümüz açısından taşımak pek doğru olmayacağından İbn Haldun'un görüşlerine katılmamız mümkün değildir.

B. HÜKÜMDARLIK 

1.Tanımı ve İçeriği 

Düşünürümüz, göçebe toplumlarda egemen olan "asabiyet" duygusunun zamanla "Hükümdarlık"ı ortaya çıkardığını ve bunun doğal ve kaçınılmaz bir gerçek olduğunu vurgulamıştır. Ona göre, her toplum, insanların birbirine olan saldırılarını önleyecek bir yasakçıya ve hükümdara ihtiyaç duyar. O halde yasakçı ve hükümdar olan şahsın asabiyetle diğer güçlere galip gelmesi ve egemen güç olması zaruridir. İşte bu güç "Hükümdarlık" olarak diğer sosyal iktidarlardan farklı bir iktidardır. Diğer iktidarlarda "zora başvurma" ve "kuvvetli tek elinde bulundurma" olguları yoktur. Oysa hükümdarlık, zorla hükmetmektir. (52)

2.Hükümdar ve Asabiyet : 

Devletin doğuşunda büyük rol oynayan asabiyet, aynı rolü hükümdar için de oynamaktadır. Asabiyetsiz devlet düşünülemeyeceği gibi, asabiyetsiz hükümdar da düşünülemez. Hükümdarın geleceğine güvenle bakabilmesi için asabiyet sahibi olması gerekir. (53)

Bu konudaki düşüncelerini İbn Haldun şu şekilde açıklıyor: "Bir kabilenin içinde çeşitli aileler ve birçok asabiyetler vardır. Bunların içerisinde en kuvvetli olan asabiyet diğerlerine galip gelir, onları kendisine tabi kılar, asabiyetlerin hepsi bu asabiyetin içinde kaynaşır ve büyük bir asabiyet halini alır. Bu asabiyet daha sonra kendisinden uzak olan diğer asabiyetleri de kendisine tabi kılar. Bu durumda yine mağlup asabiyet galip asabiyetle kaynaşır. Artık bu durumdaki asabiyet "Hükümdarlık" peşinde koşar. (54)

Hükümdar ile asabiyet arasındaki ilişkiyi de şu şekilde açıklıyor: "Asabiyetler birbirinden farklıdır. Her asabiyetin kendisine komşu olan diğer kavim ve aşiretlere tahakkümü vardır. Bundan dolayı her asabiyetin hükümdarlığı yoktur. Gerçek anlamda hükümdarlık halkı kendisine boyun eğdiren, vergi toplayan, elçiler gönderen, sınırlarını koruyan ve gücünün üstünde bir güç bulunmayan asabiyete mahsustur. Hükümdarlığın meşhur manası, hakikati ve mahiyeti budur." (55)

3.Hükümdar ve Devlet : 

İbn Haldun, devlet ile hükümdar arasında çok sıkı bir ilişkki kurmuş, devletin geleceğini hükümdara bağlamıştır. Devletin büyüyüp gelişmesi, olgunluğa ermesi ve halkın yönetiminden hoşnut olup onu desteklemesi hükümdara bağlıdır. Bunun için hükümdarın halkın iyiliğini düşünmesi, onlara karşı yumuşak olması, affedici olması gerekir. Aksi halde halkın devlete karşı olan güveni sarsılır ve devlet yapısı bozulur ve hükümdarlık yıkılır. (56)

Hükümdar-Devlet ilişkisinde önemli bir başka nokta da, hükümdarın devleti kuran asabiyete mensup olmasıdır. İbn Haldun'un bu görüşünden, devlet yönetiminde soyluluk esasını benimsemiş olduğu sonucu çıkmaktadır. Ancak onun anladığı soyluluk kan bağından kaynaklanan bir soyluluk değil, sonradan kazanılan bir soyluluktur. (57)

IV. DEVLETİN YIKILMASI 

A. DOĞAL YIKILMA NEDENİ 

Düşünürümüz devletin doğal yıkılış nedenini "Organizmacı Devlet Kuramı" ile açıklamaya çalışmıştır. Gerçekten O, insan organizması ile devlet arasında bir benzerliğin var olduğunu ileri sürerek, bu benzerlikten hareketle insan organizmasının bağlı olduğu doğal kanuna devletin de bağlı olduğunu kabul etmiştir. Nasıl ki insanlar doğar, büyür ve sonuçta ölürse devlet de aynı şekilde doğar, gelişir ve yıkılır. İbn Haldun insanların doğal ömürlerinin 120 yıl olduğunu, bu sürenin yaklaşık olarak devlet için de aynı olduğunu ileri sürmüştür. Yani devletlerin azami ömrü de, insanların azami ömrü olan 120 yıldır. Ona göre hiçbir güç bu doğal ömrün sona ermesini engelleyemez. (58)

B. DİĞER YIKILMA NEDENLERİ 

1.Asabiyetin Zayıflaması : 

İbn Haldun, asabiyetin devletin kuruluşunda olduğu kadar yıkılışında da büyük önem taşıdığını bildirmiştir. Ona göre, devletin kurulup genişlemesinden sonra, devlet yöneticilerinin medeniyetin nimetlerine dalıp asıl gerekli olan asabiyeti unutmaları halinde devlet zayıflamaya başlar. Asabiyetin zayıflaması ilk olarak hükümdar ile halkı arasındaki ilişkide görülür. Hükümdar, hesabını veremeyeceği davranışlarda bulunduğundan, halkından korkmaya başlar. Bu durum hükümdarı yalnızlığa iter. Yalnızlık ise onu daha da korkutur. Halktan güveneceği kimse kalmayan hükümdar, yönetimi sağlamak için askere yönelir ve onu maddi açıdan doyurmaya çalışır. Ancak askerin ruhu asabiyet ile de doyurulmadığından kısa zaman sonra asker de halka katılır. Böylece asabiyetin her tabakada zayıflamasıyla devlet adım adım çöküşe doğru gider ve kısa bir süre sonra da yıkılır. (59)

2.Devlet Yönetiminin Zulmü : 

İbn Haldun, devlet yönetiminin iyiliğinin, yönetimi elinde bulunduran kişilerin niceliklerine değil, niteliklerine bağlı olduğunu; buna göre halkın menfaatlerini kollayan, halkı adaletle yöneten yönetimin "iyi" olduğunu; halka korku saran ve onlara zulmeden yöneticilerin yönetiminin ise "kötü" olduğunu söylemektedir. İbn Haldun, devlet yönetiminin zulüm tavrı içinde bulunması halinde halkın devleti savaş alanlarında bırakacağını, devleti yıkmak için isyan edeceğini belirtir. Böyle bir durumdaki devlet de yıkılmaya mahkumdur. (60)

3.Mali Yapının Bozulması : 

İbn Haldun, devletin doğasının refah ve lüksü gerektirdiğini, bu nedenle devlet yöneticilerinin gün geçtikçe artacağını ve sonuçta bu israflı tutumun gerektirdiği masrafları devlet gelirinin karşılayamayacağını söyler. Bu durum askeri harcamalara yeterince pay ayrılmaması sonucunu da doğurur. Böylece, devlet, askeri yönden güçsüzleşir ve düşman devletlerinin saldırılarına açık hale gelir. (61) 

Devlet yönetiminin israf içinde bulunması, fazla harcamaları karşılamak amacıyla halkın vergi borcunu arttırır. Ayrıca vergi alanlarını da arttırır. Yani her türlü alışverişten, pazarlara giriş çıkışa kadar her alana ve iktisadi faaliyete vergi koyar. Vergilerdeki bu artışlar halkın devlete olan güvenini sarsar. Bu durum birçok esnaf ve zanaatkârın işini bırakması sonucunu doğurur. Bu taktirde vergi yükümlülerinin azalması nedeniyle vergilerde de azalmalar görülür. Vergilerin azalması vergi oranlarının arttırılmasını doğurur. Böylece bu yapı kısır döngü içerisinde devam eder. Sonuçta devlet ekonomik olarak zayıflar. (62) 

Tüm bu durumlar devletin tavırlarının en sonuncusu olan "Beşinci Tavır"ı ifade etmektedir. Böylece bir tavır içerisine giren devletin sonu yıkımdır. Bunu önlemenin çaresi ise yoktur. (63)

SONUÇ 

İbn Haldun çok yönlü bir düşünürdür. İktisat, siyaset bilimi, tarih ve sosyoloji alanında amprik araştırmalarda bulunmuştur. Ancak düşünürümüzün asıl önemi tarih ve sosyoloji alanında yapmış olduğu çalışmalardan kaynaklanır. Gerçekten O, sahip olduğu geniş bilgi birikimi ve bulunmuş olduğu çeşitli ileri kademedeki devlet memurluğu görevlerinden elde ettikleri tecrübeyi, tarihi araştırmalardan sağladığı verilerle yoğurarak, özellikle sosyoloji alanında gözleme dayalı somut ve orijinal açıklamalarda bulunmuştur. Bu yönüyle İbn Haldun sosyal bilimler alanında büyük bir devrim gerçekleştiren bir düşünürdür.

Düşünürümüzün devlet görüşü de, yapmış olduğu sosyolojik araştırmaların sonuçlarına ve yukarıda belirtilen bir kişiliğe sahip oluşuna dayanmaktadır. Gerçi devlet görüşünde,düşünürün dinsel algılamadan etkilendiği göze çarpmaktadır. Ancak bu etkilenme özellikle devletin yönetimi konusunda sınırlı kalmaktadır. Devlete ilişkin diğer görüşlerinde, (örneğin devletin kökeni, asabiyet ve devletin yıkılması) yapmış olduğu araştırmaların sonuçları daha ağır basmaktadır.

Daha XIV. yüzyılda toplulukları "bedevi-hadari" şeklinde bir ayrıma tabi tutarak, bu toplulukların hukuki ve sosyolojik yapılarını modern sosyologlar düzeyinde açıklamıştır. Asabiyet bağı ile kuvvetli bir yapıya sahip olan bedevi toplulukların zamanla yerleşik hayata geçeceklerini ve asabiyet bağı sayesinde devleti kuracaklarını ileri sürmüştür. Devleti, insanların ortak menfaatlerini ve ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik bir kurum olarak gören İbn Haldun, devletin kökenini toplum sözleşmesi, devlet kuramı ve tavırlar kavramı ile açıklamıştır.

İbn Haldun, devletin kurulmasında olduğu gibi yıkılmasında da en büyük etkenin "asabiyet" olduğunu ileri sürmüştür. Toplumların ve devletlerin iç dinamiği olan asabiyetin zayıflaması devletin de zayıflaması sonucunu doğurur ve (medeni) hayatın getirmiş olduğu nimetlerden yararlanma da bu sonuç üzerinde çok büyük etkisi vardır. Bu etkinin devlet tarafından önlenmesi mümkün değildir. Çünkü bu, insanın doğup, büyüyüp ölmesi gibi doğal bir sonuçtur.

--------------------------------------------------------------

(*) Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim elmanı

(1) İbn Haldun'un bilimsel kişiliği için bkz. ÜLKEN, Hilmi Ziya: İslam Felsefesi Ankara 1967, s.228-229 ve ŞİRVANİ, Harun Han: İslam'da Siyasi Düşünce ve İdare (Çev. Kemal Kuşçu). Ankara, s.219-222, ve ADIVAR, Abdullah Adnan: "İbn Haldun", İslam Ansiklopedisi, C.V/II.
(2) ADIVAR: "İbn Haldun", IA. C.V/II., GÖZE, Ayferi, Siyasal Düşünceler ve Yöntemleri, İst, 1995, s.88-89
(3) ÖKTEN Niyazi: Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi, İst. 1988, s.290
(4) İBN HALDUN: Mukaddime (Hazırlayan: Süleyman Uludağ), C.I İst. 1988, s.208
(5) İbid, s.271-273. HASSAN, Ümit, İbn Haldun Metodu ve Siyaset Teorisi, Ankara, 1982, s. 177-190
(6) İbid, s.416; HASAN, age, s.193-195
(7) İbid, s.419-420
(8) ARSLAN, Ahmet, İbn-I Haldun, Ankara, 1997, S. 116-140
(9) İbid, s.103-115
(10) Mukaddime, C.I, s.419-425
(11) ÖKTEM: s.295
(12) Mukaddime, C.I, s.435
(13) İbid, s.431
(14) İbid, s.440
(15)ÜLKEN; age, s.235
(16) STOWASSER, Barbara: İbn Haldun'un Tarih Felsefesi: Devletlerin ve Uygarlıkların Yükseliş ve Çöküşü (Çev. Nermin Abadan-Unat), AUSBFD, C.XXXIX. Sayı: 1-4, In Charles Crozat, Ankara, 1984, s. 175, HASAN, age, s.174
(17) FINDIKOĞLU, Ziyaadin Fahri: İbn Haldun, Amme Hukuku Dersleri C.II. İst. 1946, s.795-796
(18) ÖZBİLGEN, Tarık: Eleştirisel Hukuk Sosyolojisi Dersleri, C.I İst. 197, s.203 HASSAN, age, s.174
(19) ŞİRVANİ: s.225
(20) FINDIKOĞLU: age, s. 802, ARSLAN, age, s.116-118
(21) Mukaddime, C.I, s.480
(22) İbid, s.431, HASAN, age, s.180
(23) FINDIKOĞLU: s.802
(24) ARSLAN, age, s.121-130
(25) Mukaddime, C.I, s.537-542
(26) İbid, s.537
(27) İbid, s. 537
(28) İbid, s.541
(29) İbid, s.541-542
(30) İbid, s.542-543
(31) İbid, s.537
(32) İbid, s.537, SPRINGBORG, Patrica, İbn Haldun ve Yöntetimler Döngüsü, Doğu Batı, Sayı:2, Şubat-Mart-Nisan 1998, s.194
(33) İbid, s.537
(34) İbid, s.607-608
(35) OKANDAN, Recai Galip: Umumi Amme Hukuku, İstanbul, 1966, s.246
(36) Mukaddime, C.I, s.416, SPRINGBORG, a.g.m., s.194
(37) İbid, s.577-578
(38) OKANDAN: s.247-248, ARSLAN, a.g.e., s.140-146
(39) Mukaddime, C.I, s.514
(40) İbid, s.515
(41) İbid, s.515
(42) İbid, s.516
(43) İbid, s.516, SPRINGBORG, a.g.m. s.194-195
(44) ÖZBİLGEN: s.214
(45) Mukaddime, C.I, s.545
(46) İbid, s.541
(47) İbid, s.552-553
(48) RAYYİS, Ziyauddin: İslam'da Siyasi Düşünce Tarihi (Çev: Ahmed Sarıkaya), İstanbul, 1990, s.253
(49) İbid, s.253
(50) Mukaddime, C.I, s.566-568
(51) RAYYİS, s.256-257
(52) Mukaddime, C.I, s.450
(53) HASSAN, a.g.e., s.214-220
(54) Mukaddime, C.I, s.451
(55) İbid, s.537
(56) İbid, s.538-539
(57) ÖKTEM: s.296
(58) Mukaddime, C.I, s.505
(59) ŞİRVANİ: s.227
(60) Mukaddime, C.I, s.539
(61) İbid, s.502-503
(62) İbid, s.698-699
(63) İbid, s.516



felsefe ibni haldun kimdir, ibni haldun devlet görüşü, ibni haldun devlet kuramları, ibni haldun eserleri, ibni haldun devletin yıkılma nedenleri , ibni haldun toplum analizi, ibni haldun asabiyet kavramı