Yazı Duyurusu

Menu

Browsing "Older Posts"

VATAN DEYİNCE!

14 Ekim 2022 Cuma / No Comments
resimli mesajlar, tüyleri diken diken olmak, vatan nedir, vatan ne demektir, vatanın önemi, vatan sevgisi, vatanım sensin, vatansever, islamda vatan, bir yolcuya şiiri, dur yolcu şiiri

VATAN NEDİR?

İnsanın tüyleri diken diken olur bazen...
Vatan deyince mesela...Acer
*

Vatan Kelime Anlamı Nedir ?

1- VATAN NEDİR?

Bir kimsenin doğup büyüdüğü; bir milletin hâkim olarak üzerinde yaşadığı, barındığı, gerekirse uğrunda canını vereceği toprak. Bir kimsenin yerleştiği yere de vatan denir. Vatan ile yurt aynı mânâdadır. Vatanın geniş mânâda târifi ise ülkedir.

Vatan, milleti meydana getiren değerlerin başında gelir. Millet dediğimiz varlık vatan denilen toprak parçası üzerinde yaşar. Vatan dar mânâda yalnızca doğup büyünen, üzerinde yaşanan toprak parçası değildir. O, bir milletin tamâmının barındığı ülke veya ülke topraklarıdır (Bkz. Ülke). Bir kimse bağlı bulunduğu ülkenin vatandaşı, yurttaşıdır. Ülke, vatan toprağının altında yatan şehitlerin hâtıralarıyla kutsaldır. Vatan, topraklarından başka deniz ve hava sahalarını da içine alır. Gemiler ve uçaklar temsil ettikleri ülkenin bayrağını çekmiş olarak dolaştıkları vakit de tek başına vatan kabul edilirler.

İnsanların daha yaratılışından içlerinde, vatan sevgisi bulunur. Vatanını seven, haysiyetli ve şahsiyetli insanların vatana bağlılıkları sebebiyle uğrunda her şeylerini seve seve fedâ edebilecekleri bâzı kutsal değerleri vardır: Din, dil, şeref, nâmus, ırz gibi değerler bunların başında gelir. Vatanı korumak; dîni, îmânı, nâmusu korumak gibidir. Bu uğurda canlar fedâ edilir. Yâni vatanı sevmek kadar korumak da önemlidir. Vatanını korumak ve saldıranlara karşı canla başla karşı koymak yüce dînimiz İslâmın emirlerindendir. Kur’ân-ı kerîmde Bakara sûresi 190. âyet-i kerîmede meâlen; “Size savaş açanlara karşı, Allah yolunda savaşın, aşırı gitmeyin. Doğrusu Allahü teâlâ aşırı gidenleri sevmez.” buyrulmaktadır. Peygamber efendimiz de; “Allahü teâlâya îmândan sonra en fazîletli ibâdet, vatan savunmasıdır.” buyurur.

Tarih boyunca milletler, üzerinde yaşadıkları vatan toprağı uğrunda kan akıtmışlardır. Şâir bunu;

Toprakları toprak yapan üstündeki kandır,

Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.

sözüyle îzah etmiştir. Bütün bunlar, ancak milletin varlığıyla mümkündür. Bir milletin var olabilmesi, bir devletin varlığına; devlet de vatanın mevcudiyetine bağlıdır. Vatan olmasa millet de, devlet de olmaz. İnsanlık haysiyeti ve şerefi hiç kalmaz. Bunların muhâfazası yine vatanı sevmekle mümkündür. Vatan sevgisi, kişilerin çeşitli tesirler altında kalmasıyla zamanla artar veya eksilir. İnançlı bir kimse mutlaka vatanını sever. Peygamberimiz Muhammed alehisselâm; “Vatan sevgisi, îmândandır.” buyurmuştur.

Vatanından ayrı kalan vatanını özler. Bunun böyle olduğunu altın kafesteki bülbül misâli de anlatmaktadır: Bülbülü altın kafese koymuşlar “Ahhh! Vatanım” demiş.

Her nîmete sâhip olan, iyi iklimi, bol suyu, zengin mâden yataklarıyla dünyâda eşi bulunmayan vatanımız Türkiye, onu yükseltecek hakikî vatanseverlere muhtaçtır. Ancak bu hakikî vatanseverler; el ele vererek, birbirlerini sayarak, koruyarak, Türk ve Müslüman ismini taşıyan bozuk fikirlilerin ve vatan düşmanlarının saçma ve sapık yayınlarını, sözlerini reddederek, durmadan çalışarak, yirminci asrın fen ve teknolojisine ulaşarak ve hattâ onu da geçerek, bu kudsî vatanı lâyık olduğu dereceye ulaştırabilirler.

BİR YOLCUYA

Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın

Bu toprak bir devrin battığı yerdir.

Eğil de kulak ver bu sâkit yığın

Bir vatan kalbinin attığı yerdir.

Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda

Gördüğün bu tümsek Anadolu’nda

İstiklâl uğrunda, nâmus yolunda

Can veren Mehmed’in yattığı yerdir.

Bu tümsek, koparken büyük zelzele

Son vatan parçası geçerken ele

Mehmed’in düşmanı boğduğu sele

Mübârek kanını akıttığı yerdir.

Düşün ki haşrolan kan, kemik, etin

Yaptığı bu tümsek, amansız, çetin

Bir harbin sonunda bütün milletin

Hürriyet zevkini tattığı yerdir.

Necmeddin Halil Onan


2- VATAN 


Bir kimsenin yerleşip yurt edindiği yer. Sığır ve koyun ağılı. Çoğulu "evtân"dır. Vatan sözcüğü "vatane" fiilinden bir isim olup, fiil anlamı; yerleşmek, ikamet etmek demektir. Aynı fiilin if'âl ve tef'îl babı ise; yurt edinmek, kendisini alıştırmak anlamına gelir. Aynı kökten yer ismi olan "mevtın" sözcüğü ise; yer, yurt, toplantı yeri, savaş sahnesi anlamlarına gelir. Çoğulu "mevâtın" dır.

Kur'ân-ı Kerîm'de yurt, vatan anlamında "ed-dâr" lafzı kullanılır. "Dünya hayatı eğlence ve oyundan başka bir şey değildir: Âhiret yurdu ise, Allah'tan korkanlar için daha hayırlıdır. Aklınızı kullanmaz mısınız?" (el En'âm, 6/32). "Biz onlara ahiret yurdunu hatırlama özelliği verdik" (Sa'd 38/4). Vatan kelimesi Kur'ân'da geçmez, bu kökten "mevtın"in çoğunu "mevâtın" yer ve mevki anlamında bir âyette şöyle kullanılır: "Şüphesiz ki Allah size bir çok yerde ve Huneyn savaşı yapıldığı günde yardım etmişti" (et-Tevbe, 9/25).

Hadislerde ise "vatan" ve "mevtın" sözcükleri; yer, mevki, yurt, belde ve ülke anlamlarında kullanılmıştır. Hadiste "O, benim vatanım ve yurdumdur" (Ebû Dâvud, İmâre, 36) buyurulur. Burada "vatan" ve "dâr" eş anlamlıdır. Abdullah b. Ömer'in naklettiği; "Rasûlüllah (s.a.s) yedi yerde namaz kılınmasını yasaklamıştır. Bunlar; çöplük, hayvan kesilen yerler, mezarlık, yol kenarı, hamam, deve ağılı ve Beytullah'ın üstünde namaz kılmak" (Tirmizî, Mevâkît, 141). Burada "mevâtın" (yer, yerler) anlamında çoğul kullanılmıştır.

Günümüzde vatan sözcüğü belli bir topluluğun hakim güç olarak yaşadığı, sınırları belirli toprak parçasını ifade etmektedir. Böyle bir beldeye "ülke" veya "yurt" denildiği gibi, tebeasına da "vatandaş" veya "yurttaş" denir.

İslâmî açıdan yurt veya vatan "dâr" sözcüğü ile ifade edilir. Bu da İslâm toplumunun yaşadığı ve hâkim olduğu yerler için "dârul-islâm" düşman elinde bulunan ülkeler için de "dârul-harp" olarak ifade edilir. İslâm fıkhında dâr; "bir Müslüman veya gayrimüslim idarecinin hâkimiyeti altında bulunan ülke" olarak tarif edilir (İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, Bulak, 1272, III, 247).

Dünya ülkelerinin dârulislâm ve dârulharp olarak ikiye ayrılması Kur'ân ve sünnette yapılmış bir tasnif değildir. Bazı muasır Müslüman müellifler bu taksimi olaylar ve siyasî şartlar karşısında fakihlerin yapmış olduğunu belirtmişlerdir (Ahmet Özel, İslâm Hukukunda Ülke Kavramı, İstanbul,1988, 79). Muteber hadis kaynaklarında yer almayan ve daha çok Hanefîlere delil olarak kullanılan bazı hadislerde bu tabirlerin kullanıldığı görülür. Şu hadisler örnek olarak verilebilir: "Dârulharp'te hâdler uygulanmaz" (ez-Serahsî, el-Mebsût, IX,100; Zeylaî, et-Tebyîn, I, Baskı, Bulak,1313, IV, 97; İbnü'l-Hümam, Fethu'l-Kadîr, Mısır, 1319, IV,178). " Dârulharp'te Müslümanla harbî arasında faiz yoktur" (es-Serahsî, a.g.e., X, 28, XIV, 56; Zeylaî, a.g.e., IV, 97; İbnü'l-Hümâm, a.g.e., VI, 178). " Dârulislâm kendinde bulunanı saldırıdan korur darulharp de içinde bulunanı mübah kılar" (el-Mâverdî, el-Ahkâmu's-Sultâniyye, 2. baskı, Kahire, 1966, 60). Buharî (ö. 256/869),

"Sahîh" inde başlık olarak daru'l islâm ve dârul-harp ifadelerini kullanmış ise de, bu başlık altında verilen hadislerde bu terimler yer almamıştır. Buhârî, hadislerin mefhumunu dikkate alarak bu başlıkları koymuş olmalıdır (bk. Buhârî, Sahîh, Cihad IV, 31, 33; Aynî, Umdetu'l-Kârî, Kahire 1348, XIV, 303).

Asr-ı Saadette dârulislâm ve darulharp kavramının ortaya çıkışı şu şekilde olmuştur. Mekke döneminde mü'minlerin sayısı az olup, güç bakımından bağımsız yaşayabilecek durumda değillerdi. Çünkü Mekke yöresinde yönetim ve ekonomik güç müşriklerin el-indeydi. Zaten İslâm'ın devlet sisteminde gelmişti.

İslâm'ın ilk zamanlarında davet ve ta'lim işleri Mekke'de Erkam b. Ebi'l Erkam'ın (ö. 13/634) evinde gizlice yürütülmüştü. İçlerinde Hz. Ömer'in (ö. 23/643) de bulunduğu bir çok kimse orada Müslüman olmuştu. Bu yüzden o eve "darûl-İslam" denilmiştir (Hâkim, el-Müstedrek, 1. Baskı, Riyad 1968, Fezâil, III, 502; Zeylaî, Nasbü'r-Râye, III, 477). Buradaki "dâr" sözcüğünün "ev, bina" anlamında kullanıldığı açıktır.

Diğer yandan Mekke müşriklerinin baskıları artınca Hz. Peygamber, tebeasına zulüm yapmadığı bilinen bir kralın yönettiği Habeşistan'a hicret edilmesini emir buyurdu. Bu ülke için Allah elçisinin " Ârdu sıdk (doğruluk ülkesi)" deyimini kullanıldığı nakledilir. Bunun hukuk terimi olarak bir anlamı yoktur, sadece iş başında doğruluk üzere olan bir yönetimin varlığını ifade eder (bk. İbn Hişâm, es-Sîre, Mısır 1355, I, 339, 340). Mekke döneminde dârülislâm'dan söz etmek imkânı yoktur. Ancak Mekke fethedilinceye kadar bu yörenin dârulharp sayıldığında şüphe yoktur. Nitekim Mâlikî fakihlerinden İbn Kasım (ö. 191/807), dârulharp'te Müslüman olan bir kölenin, İslâm'a girmemiş olan efendisiyle mülkiyet ilişkisini incelerken Mekke için şöyle der: "... Bilal, efendisinden önce İslâm'a girdi. Ebû Bekir de onu alıp azat etti. Ülke de o zaman dârulharp idi, çünkü o sırada Mekke'de cahiliyye devri otoritesi ve hükümleri hâkimdi" (Malik, el- Müdevvene, Mısır 1323, II, 22).

Hanefilere göre dârulharp'te Müslümanın harbîlerle mal ve para karşılığında bahse girmesi caizdir. Delil; Rum Sûresi'nin ilk âyetleri inince, Hz. Ebu Bekr'in (ö.13/634) müşriklerle girdiği bir bahse Hz. Peygamber'in izin vermesidir. Buna göre, belli bir zaman süreci içinde, ehl-i kitap olan Bizans, Müşrik olan İran'a karşı galip gelecekti. Nitekim zaman Hz. Ebû Bekr'i doğrulamış ve Bizans galip gelmîşti. es-Serahsî (ö. 490/1097), bu bahisle ilgili olarak şöyle der: "...Çünkü Ebû Bekir, Mekke'de, islâm hükümetlerinin uygulanmadığı dâruşşirk'te (şirk ülkesi) idi" (es-Serahsî, el-Mebsût, Mısır 1331, XIV, 57; İbnü'l Hümâm, Fethu'l-Kadîr, VI,178). İbn Abbas (r.anhümâ)'ın hicretten önceki dönem için Medine hakkında da dâruşşirk deyimini kullandığı görülür. O şöyle demiştir: "Allah elçisi, Ebû Bekir ve Ömer de muhâcirlerdendi, çünkü onlar da müşriklerden hicret ettiler. Ensar'dan muhacir olanlar da vardı. Çünkü Medine dâruşşirk idi, onlar da Akabe gecezi Rasûlüllah'a geldiler" (Nesâî, Sünen, Bey'a, 13; Mısır 1348/1930, VII, 145).

Müslümanlar Medine'ye hicret edip siyasî, ekonomik ve askerî bir güç olarak kendi toplumlarını yönetecek güce kavuşunca İslâm Devlet sistemi uygulaması başlamıştı. İşte artık Medine yöresinde yahudilerle ve diğer müşrik topluluklarla İslâm toplumu arasında bir takım ikili anlaşmalar yapılıyordu. Bu konuda hazırlanan ilk islâm Anayasası'nı örnek verebiliriz (bk. Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, I,121 vd,; Salih Tuğ, İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, İstanbul 1970, 35 vd.; Ahmet Akgündüz, Eski Anayasa Hukukumuz ve İslâm Anayasası, 38 vd).

Böylece Medine'de dârulislâm uygulaması söz konusu idi. Ancak, Mekkeli mü'minlerin hicret ederek yerleşmeleri nedeniyle önceleri Medine bir "dârulhicre" yani "hicret vatanı" durumunda idi. Mekke ise halen "dârul-küfr ve'l-harp" durumundaydı. Çünkü orada hiçbir Müslüman bir yakını veya müşriklerden birisinin himayesi olmadan namaz bile kılamıyordu. İbn Hazm bu durumu şöyle belirtir: "Rasulüllah (s.a.s)'in Medine'si dışında her yer dârulharp, düşmanla çatışma ve cihad alanıydı" (el Hazm, el-Muhallâ, VII, 353).

Bu duruma göre hicretten önce dârulislam mevcut değildi. Hicretle birlikte Medine yöresi dârulİslam halini aldı. Daha sonra Hz. Peygamber zamanında fethedilen yerler dârul İslam'a katılırken, fetihten sonra Mekke de darulislâm'a katılmış oldu.

İşte sınırlarla çevrili bir toprağın mü'minlere vatan oluşu bu ölçüler içinde gerçekleşmiştir. Mekke'de doğup büyüyen, mal-mülk sahibi olan ilk mü'minler mal, can, ırz güvenliği, inanç ve ibadet öğürlüğünü tehlikede görünce önce Habeşistan'a daha sonra da Medine'ye hicret ederek öz yurtlarını terketmişlerdir. Ancak bu sürekli terketmekten çok, İslâm'ı serbest yaşayıp yayabilecekleri yeni bir ortam arayışıydı. Nitekim Hz. Peygamber'in hicret için Mekke'den ayrılırken Kâbe'ye doğru bakarak; "Vallahi biliyorum ki, sen hiç şüphesiz Allah'ın yarattığı yerlerin hayırlısı ve Allah'a en sevgili olansın " dediği nakledilir (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 305; Dârimî, Sünen, II,156). Yine vatanından kendi isteği dışında çıktığını şöyle belirtir: "Eğer senin halkın, beni senden çıkarmamış olsaydılar, çıkamazdım. Beni, beldelerin sana en sevgili olanında yerleştir" (Ahmed b. Hanbel, IV, 305; Beyhakî, Delâlilünnübilvve, II, 243).

Diğer Müslümanlar da Mekkelilerin dayanılmaz işkenceleri karşısında hicret için izin isteyince Allah elçisi şöyle buyurmuştur: "Sizin hicret edeceğiniz yurt bana gösterildi. Orasının iki kara taşlık arasında, hurmalık, çorak bir yer olduğunu gördüm. Orası Yesrib (Medine)'dir. Gitmek isteyen oraya gitsin. Orası yakın bir beldedir. siz orayı biliyorsunuz Şam'a giderken ticaret kervanınızın yoludur" (Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr, 45, Ta'bîr, 39; ibn Sa'd Tabakât, I, 226; Abdurrazzak, el-Musannef, V, 387; Beyhakî, Sünen, IX, 9).

Hicret emri verilince şu âyet inmiştir: "Şöyle de: Rabbim! Beni takdir ettiğin yere gönül rahatlığı ve selâmetle girdir. Oradan gönül rahatlığı ve selâmetle çıkar. Sen bana nezdinden yardımcı bir güç ver" (el-İsrâ,17/80).

Hz. Peygamber'in yeni yurdu olan Medine'ye hicreti bütün Medîneli mü'minlerce büyük sevinç gösterilerine neden olmuştur. Mü'minler evlerinin damlarına çıkmış, gençler ve hizmetçiler yollara dökülmüş; "Ey Allah'ın Rasulü! Ey Muhammed" diye sesleniyorlardı. Çocuklar ve hizmetçiler yollarda ve damlarda; "Allah'ın elçisi geldi, Muhammed geldi. Allah'ı ekber (Allah her şeyden büyüktür)" sesleriyle ortalığı çınlatıyorlardı (bk. Müslim, Sahih, VIII, 237; Ebu Davud, Sünen, II, 579; "Hicret" maddesi).

Hz. İbrahim, Ashab-ı Kehf, Yunus (a.s) gibi tarihte yaşadıkları vatanda hak dini tebliğ etme ve yaşama imkânı bulamayanlar da hicret etmişlerdir. Eğer bir kimse yaşadığı ülkede mal, can, ırz, dinî inanç ve dinini koruma ve yaşama hürriyetini kaybetmişse bunları koruyup, dinini yaşabileceği yöreye hicret etmesi gerekir. Nitekim dinini gizleyen bazı mü'minlerin Mekke'de kalması ve zorla sokulduklar Bedir Gazvesinde ölmesi üzerine şu âyet inmiştir: "Nefislerine yazık eden kimselere, canlarını alırken melekler: "Dünyada ne iş yaptınız?" derler. Bunlar; "Biz yeryüzünde güçsüz bırakılmış kimseler idik"diye cevap verirler. Melekler derler: "Allah'ın yeri geniş değil miydi ki, oraya göç etseydiniz". İşte onların durağı cehennemdir. Ne kötü bir gidiş yeridir orası" (Nisâ, 4/97).

Hanefîlere göre küfür diyarından İslâm diyarına hicret etmek vaciptir. Hanbelîlere göre, bir kimse dârulharp'te dinini açığa vurup yaşıyor olsa bile, Müslümanların sayısını çoğaltmak ve cihada katılmak için bunun darûlislam'a hicreti sünnet olur. Şâfiîlerden el-Mâverdî'ye (ö. 450/1058) göre, 'bir Müslüman küfür diyarında dinini açığa vurabiliyorsa, orası bu kimse için darûlislam hükmünde olur. Onun orada kalması, hicret etmesinden daha faziletlidir. Çünkü onun yardımıyla orada İslâm'ın yayılması umulur (eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VIII, 28, 29).

Hicret edilecek yerle ilgili duyulabilecek iş bulamama, aç kalma, çevre edinememe gibi endişeleri şu âyet kaldırmaktadır: "Kim Allah yolunda hicret ederse yeryüzünde giderek, barınacak bir çok yerler bulur, genişlik de bulur. Kim evinden Allah ve Rasûlüne muhacir olarak çıkıp da sonra yolda ölürse, onun mükâfatı Allah'a aittir" (es-Nisâ, 4/100).

Allah'ın elçisi hicreti teşvik etmiştir. Hadiste şöyle buyurulur: "Âllah yolunda hicret eden kimseyi, yüce Allah'ın bağışlaması hak olur" (Tirmizî, Cennet, 4; Ahmed b. Hanbel,V, 240). Muhâcir, hadislerde şöyle tarif edilmiştir: "Gerçek muhâcir, Allah'ın haram kıldığı şeyleri terk eden, yani haramları işlememek için yurdundan ayrılan kimsedir" (Buharî, İmân, I, Rikak, 26; Ebu Davud, Vitr, 2,1 l, 12, Cihad, 2; Nesaî, İmân, 9; İbn Mace, Fiten, 2; Ahmed b. Hanbel, II, 163,192,193, 205).

İşte belli bir toprak parçası üzerinde yaşayan dil, din, tarih ve kültür birliği bulunan bir toplumun teşkil ettiği birlik ona bir millet özelliği kazandırırken, üzerinde yerleşilen toprak parçası da vatan adını alır. Sınırları belli vatan toprağı, dış saldırılardan korunmuş, içte mal, can, ırz ve namus güvenliği sağlanmış, din ve vicdan özgürlüğü tanınmış olunca mü'minin yaşayabileceği bir belde sayılır. Artık bu ülkenin bir tebeası olarak iç ve dış düşmanlara karşı bu toprakların savunulması özellikle saldırılan ülke mal, can, ırz güvenliği ve dinine sahip olmayı tehdit ediyorsa vacip olur. Çünkü mü'minin bu manevi değerlere sahip olması ve önceden elde ettiği hakları koruyabilmesi belli toprak parçası üzerinde güven içinde yaşamasına bağlıdır. Bu güveni tehdit eden güçlere karşı ülkeyi savunması bir görev olur.

Nitekim Türkistan, Kafkasya, Kırım, Azerbaycan, Bulgaristan gibi ülkelerde uzun yıllar baskı ve tehdit altında dinî inanç ve ibadet özgürlüğü tanınmayan İslâm toplulukları buğün bu haklarını elde etme imkanına savuşabilmişlerdir. Ancak hicret etmeme yüzünden kültürünü imanını ve Müslümanlığını yitiren ve bu yüzden çok büyük acılar çeken toplumlar da vardır.

Müslümanların azınlığa düştüğü ve devlet yönetiminde etkili olamadığı yörelerde, Müslümanlar cemaatleşerek İslâm'a uygun eğitim, öğretim ve İslâm'ın güzelliklerini yaşamak, çevrenin de bu adet fazilet ve ahlâk değerlerinden yararlanmasını sağlamak amacıyle gerekli girişim, çalışma ve kurumlaşma yoluna gitmelidir. Bunun yolu bilimsel çalışmalardan geçer. Türkiye gibi büyük çoğunluğu Müslüman olup, beşerî kanunlarla yönetilen ülkelerde ise İslâm'ın bu yüce değerleri toplumun yararlanmasına sunulmalıdır. Çünkü zekât, vakıf yardımlaşma, karz-ı hasen gibi yaygın halk kitlelerine mutluluk getirecek ve servet dağılımında adaletli bir denge oluşturabilecek güçteki İslâmî değerlerin dışlanması veya bunların terkedilmiş durumda bırakılması topluma pahalıya mal olmaktadır. Yapılan istatistik çalışmaları ile meselâ; zenginlik ölçüleri tutan kimselere ait bütün nakit para, döviz, altın ve alıp-satmak üzere elde bulunan tüm ticaret malları, şirket ve fabrikaların döner sermaye, hammadde ve üretilmiş madde ile kesin alacakları kırkta bir zekâta tabidir. Tarım ürünleri onda bir, sulama ile tarım yapılan yerde yirmide bir, madenlerde beşte bir ve hayvanlarda cinse göre belli oranlarda zekât yükümlülüğü gerçekten yoksul kesimîn mesken problemi, yüksek öğretim gençliğinin tümüne yeterli bursu, ve yoksul ailelere geçinecek kadar yardımı ya da gelir getirecek bir iş kurmayı makul sürede sağlayabilecek güçtedir.

Osmanlı İmparatorluğu uygulamasında önce sultan ailelerinden başlanarak varlıklı kesim özellikle İstanbul, Bursa, İzmir, Kayseri, Konya gibi şehirlerde ve ülkenin diğer yerleşim birimlerinde pek çok vakıf eserler meydana getirmişlerdir. Bununla toplumun eğitim, öğretim faaliyetlerini, sağlık işlerini, din görevlilerinin geçimini, zekât yerine yoksullara daha düzenli yardımı bu vakıflar üstlenmiştir. Günümüzde vakıflar da tarihteki bu güzel fonksiyonu üstlenecek durumdan çıkarılmıştır. Halbuki vakıfların vakıfnâmelerindeki esaslara göre idaresi ve gelirlerinin burada belirlenen yerlere verilmesi gerekirken mütevellilerin yerini alan vakıflar idaresi vakıfnâmeleri dikkate almaz olmuştur. Bu yüzden de vakıfların fonksiyonu eski önemini kaybetmiştir. Bu da toplumun zarar gördüğü önemli bir alandır. Diğer yandan gerçek vakıf hükümlerinin uygulanmaması, takipsizlik ve sorumsuzluk yüzünden vakıfların gelirleri de azalmıştır. Halbuki yetim malı, vakıf malı ve beytülmale ait mal gerektiğinde usulüne göre satılacaksa veya kiraya verilecekse "rayiç bedel" ile verilebilir. Rayiç bedelden fahiş gabin ölçüsünde düşük bedel satım veya kira akdini batıl kılar ve bu idarelerin ya bedeli tamamlatma ya da akdi feshetme hakkı doğar. Fahiş gabin ölçüsü Hanefilere göre gayri menkullerde rayiç bedelden % 20 düşük olan bedeldir. Bu oran hayvanlarda % 10 diğer menkul eşyada % 5 ve daha fazla rayiç bedelin altına inilmesidir. Mecelle'nin kanunlaştırdığı ölçüler de bunlardır (bk. İbn Nüceym el-Mısrî, el-Bahru'r-Râik, Mısır, 1334, 1330/1912, I, 247; Mecelle, mad.165; Hamdi Döndüren, İslam Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, Balıkesir, 1984, 145-147).

Sonuç olarak vatan ve üzerinde yaşayan tebea unsuru bir bütün olarak düşünülmelidir. Bunlar birbirinin ayrılmaz parçasıdır. Biri diğerine feda edilemez. Pek çok İslâm fakihinin tarif ettiği şekliyle dârulislam; "Müslümanların idare ve hamiyetleri altındaki yerdir" (es-Serahsî, el-Mebsût, X,81, Şerhu's-Siyer, IV,1253). İmam Şâfiî dârulislâm'ı daha geniş olarak tarif etmiştir. O'na göre: a) Müslümanların meskûn bulunduğu yerler, b) Müslümanların fethedip gayri müslim halkı cizye karşılığı yerlerinde bıraktıkları topraklar, c) Önceden İslâm'ın uygulandığı, ancak daha sonra gayri Müslimlerin eline geçen topraklar (Nevevî, Ravdatilt-Tâlibîn, y.y, 1386/1966, V, 433; Ömer Nasuhî bilmen, Istilâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, III, 371). Bu nitelikleri taşımayan yerler de dârulharptir.

Ancak dârulharp sayılan yerlerde de yukarıda belirttiğimiz gibi İslâm toplumu varlığını korumalı, kültürüne, ve manevî değerlerine sahip çıkmalı, üzerinde yaşanan topraklara saldırı olduğunda da, kendisine düşen görevi yapmalıdır. Çünkü sınırlarla çevrili toprağı koruma ve bakıma orada yaşayan İslâm toplumunun mal, can ve ırzını koruma, din ve vicdan özgürlüğünün devamım sağlama ile eş değerdedir.

Vatanın Seferiliğe Etkisi: 

İslâm yolcu olanlara ibadetlerde bir takım kolaylıklar getirmiştir. Dört rekatlı farz namâzların iki rek'at olarak kılınması, mestlere mesih süresinin üç güne çıkarması, ramazan oruç günü oruç tutulmayarak daha sonra kaza edilebilmesi gibi. İşte kişinin içinde doğup büyüdüğü veya halen yaşamakta olduğu yerle yolculuk sırasında kaldığı yerler de birer vatan parçasıdır. Buna göre vatan üçe ayrılmıştır.

a) Aslî Vatan: Bir insanın doğup büyüdüğü veya evlenip içinde yaşamak istediği ya da içinde barınmayı kasd edip, başka yeri vatan edinmek istemediği yere "aslî vatan" denir.

b) İkamet Vatanı: Bir kimsenin doğduğu, evlendiği ve yerleşmeye karar verdiği yerden ayrılıp yalnız içinde onbeş günden fazla kalmak istediği yere "ikâmet vatanı" denir. Bu yer aslî vatana sefer mesafesi uzakta olmalıdır.

c) "Süknâ Vâtanı: Bir yolcunun kendisinde onbeş günden az oturmak istediği yerde "süknâ vatanı” adım alır. Bu sonuncuya itibar edilmez. Bununla ne aslî ve ne de ikamet vatanı değişmiş olmaz.

Seferilik konusunda bu vatanlar kendi misli ile veya üstü ile bozulur, aşağısı ile bozulmaz. Meselâ, Bulgaristan'dan Türkiye'ye göç edip yerleşen kimsenin artık aslî vatanı Türkiye'de oturduğu yer olur. Yine mesela; Kars'ın bir köyündeki mülkünü satarak İstanbul'a yerleşen bir ailenin aslî vatanı İstanbul olur (Ayrıca bk. "Daru'l-İslâm" ve "Darul-Harb" mad.)...Hamdi DÖNDÜREN


resimli mesajlar, tüyleri diken diken olmak, vatan nedir, vatan ne demektir, vatanın önemi, vatan sevgisi, vatanım sensin, vatansever, islamda vatan, bir yolcuya şiiri, dur yolcu şiiri

29 EKİM CUMHURİYET BAYRAMI KUTLU OLSUN

/ No Comments
29 ekim, acer, atatürk, cumhur, cumhuriyet, cumhuriyet bayramı, irade, karekter nedir, millet, mustafa kemal, mustafa kemal atatürk, önder, sözharmanı, atatürk sözleri,

CUMHURİYET BAYRAMI

Cumhuriyeti, Mustafa Kemal ATATÜRK önderliğinde 'Cumhur' kurmuştur.
Cumhuriyeti kuran irade, sonsuza kadar koruyacaktır.
Cumhuriyet milletimizin karekteridir...

*

CUMHURİYET NE ZAMAN BAYRAM İLAN EDİLDİ?

Cumhuriyet Bayramı, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet yönetimi ilan etmesi anısına her yıl 29 Ekim günü Türkiye'de ve Kuzey Kıbrıs'ta kutlanan bir millî bayramdır.

Cumhuriyet Bayramı'nın kutlandığı ülkelerde 28 Ekim öğleden sonra ve 29 Ekim tam gün olmak üzere bir buçuk gün resmî tatildir. 29 Ekimlerde stadyumlarda şenlikler yapılır, akşam ise geleneksel olarak fener alayları düzenlenir.

1925 yılında çıkarılan bir kanunla Cumhuriyet'in ilanı günü yeni Türk Devleti'nin bayramı ilan edilmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, cumhuriyetin onuncu yılı kutlamalarının yapıldığı 29 Ekim 1933 tarihinde verdiği 10. Yıl Nutku'nda, bu günü en büyük bayram olarak nitelendirmiştir.

CUMHURİYET’İN İLANI

Osmanlı Devleti, 1876 yılına kadar mutlak monarşi, 1876-1878 ve 1908-1918 arasında meşruti monarşi ile yönetilmişti. I. Dünya Savaşı'nda yenilgiye uğramasının ardından işgale uğrayan Anadolu'da halkın işgalcilere karşı Mustafa Kemal Paşa önderliğinde verdiği Milli Mücadele, 1923 yılında milli güçlerin zaferi ile sonuçlandı. Bu süreçte, "Büyük Millet Meclisi" adıyla 23 Nisan 1920'de Ankara'da toplanan halkın temsilcileri, 20 Ocak 1921'de Teşkilat-ı Esasiye Kanunu adlı yasayı kabul ederek egemenliğin Türk ulusuna ait olduğunu ilan etmiş ve 1 Kasım 1922'de aldığı kararla saltanatı kaldırmıştı. Ülke, meclis hükûmeti tarafından yönetilmekteydi.

27 Ekim 1923'te İcra Vekilleri Heyeti'nin istifası ve yerine meclisin güvenini kazanacak yeni bir kabinenin kurulamaması üzerine Mustafa Kemal Paşa, yönetim biçiminin Cumhuriyet olması için İsmet Paşa ile birlikte bir kanun değişikliği tasarısı hazırlayarak 29 Ekim 1923'te Meclis'e sundu. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nda yapılan değişikliklerin kabulü ile Cumhuriyet, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından ilan edilmiş oldu.

Cumhuriyetin ilanı, Ankara'da 101 pare top atışı ile duyuruldu ve 29 Ekim gecesi ile 30 Ekim 1923 tarihinde başta Ankara olmak üzere tüm ülkede bir bayram havasında kutlandı.

BAYRAM KABUL EDİLMESİ

Cumhuriyet ilan edildiği sırada henüz 29 Ekim günü bayram ilan edilmemiş, kutlamalar konusunda bir düzenleme yapılmamıştı; 29 Ekim gecesi ve 30 Ekim günündeki şenlikleri halk kendiliğinden organize etti. Ertesi yıl, 26 Ekim 1924 tarihli 986 numaralı kararname ile Cumhuriyet'in ilanının 101 pare top atılarak ve planlanacak özel bir programla kutlanmasına karar verildi. 1924 yılında yapılan kutlamalar, daha sonra yapılacak olan Cumhuriyet’in ilanı kutlamalarının başlangıcı oldu.
2 Şubat 1925'te, Hariciye Vekaleti'nce (Dışişleri Bakanlığı) düzenlenen bir kanun teklifinde 29 Ekim'in bayram olması önerilmiştir.[4] Bu teklif Meclis Anayasa Komisyonu tarafından incelendi ve 18 Nisan'da karara bağlandı; 19 Nisan'da ise teklif TBMM tarafından kabul edildi. 628 sayılı bu kanun ile 29 Ekim, Cumhuriyet'in milli bir bayram olarak kutlanması resmi bir hüküm şekline geldi. Cumhuriyetin ilan edildiği gün, 1925'ten itibaren ülke içinde ve dış temsilciliklerde resmî bir bayram olarak kutlanmaya başladı.[5]

Cumhuriyet Bayramı, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet yönetimi ilan etmesi anısına her yıl 29 Ekim günü Türkiye'de ve Kuzey Kıbrıs'ta kutlanan bir millî bayramdır.

Cumhuriyet Bayramı'nın kutlandığı ülkelerde 28 Ekim öğleden sonra ve 29 Ekim tam gün olmak üzere bir buçuk gün resmî tatildir. 29 Ekimlerde stadyumlarda şenlikler yapılır, akşam ise geleneksel olarak fener alayları düzenlenir.

1925 yılında çıkarılan bir kanunla Cumhuriyet'in ilanı günü yeni Türk Devleti'nin bayramı ilan edilmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, cumhuriyetin onuncu yılı kutlamalarının yapıldığı 29 Ekim 1933 tarihinde verdiği 10. Yıl Nutku'nda, bu günü en büyük bayram olarak nitelendirmiştir.


bu yazı, notlar, sözler, 29 ekim, acer, atatürk, cumhur, cumhuriyet, cumhuriyet bayramı, irade, karekter nedir, millet, mustafa kemal, mustafa kemal atatürk, önder, sözharmanı, atatürk sözleri,

TÜRKÇE İBADET

11 Ekim 2022 Salı / No Comments

 

Türkçe ibadet yapılabilir mi?


Bütün ilahi kitaplar, onları insanlığa tebliğ ile görevlendirilen peygamberlerin konuştukları dille indirilmişlerdir. Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm) Arabistan’da Araplar arasında yetiştiği ve Arapça konuştuğu için, O’nun tebliğ ettiği Kur’an-ı Kerim de Arapça olarak indirilmiştir.

Ancak Yüce Rabb'imizin bütün insanlığa son kitabı ve ebedi hitabı olan Kur’an-ı Kerim, sadece Araplar ve Arapça’yı bilenler için değil, bütün insanları sapıklıklardan korumak, onlara Hakkı ve hakikati öğretmek, hidayet ve gerçek saadet yolunu göstermek için indirilmiştir. Bunun gerçekleşebilmesi için de, Kur’an-ı Kerim’in bildirdiği ilahi gerçek ve öğütlerin herkese, bütün insanlığa tebliğ edilmesi, herkes tarafından öğrenilmesi, anlaşılması, üzerinde düşünülmesi, kavranması ve kalplere yerleşmesi gerekir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmuştur:


“Bu Kur’an, bütün insanlara bir açıklama, sakınanlara yol gösterme ve bir öğüttür.”(Al-i İmran, 3/138)

“Ey Peygamber, Rabb'inden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun...”(Maide, 5/67)

“Kendilerine indirileni insanlara açıklayasın diye sana Kur’an’ı indirdik.”(Nahl, 16/44)

“Bu Kur’an, âyetlerini iyiden iyiye düşünsünler, tam akıl sahipleri ibret alsınlar diye sana indirdiğimiz feyz kaynağı bir kitaptır.”(Sad, 38/29)


İfade edildiği üzere Kur’an-ı Kerim Arapça'dır. Cenab-ı Hakk’ın yüce kelamı kutsal kitabımızın dilinin her Müslüman tarafından bilinmesi ve anlaşılması, arzu edilen bir durum ise de, âdeten mümkün değildir. O halde Kur’an-ı Kerim’in Arapça bilmeyenlere tebliğ edilebilmesi ve onların da bu Yüce Kitap'ta bildirilen ilahî gerçek ve öğütleri anlayıp üzerinde düşünebilmeleri ve O’nun hidayetinden yararlanabilmeleri için, başka dillere tercüme edilmesine, kısa ve uzun açıklamalarının yapılmasına kesin ihtiyaç hatta zaruret vardır. Nitekim, İslam'ın ilk dönemlerinden itibaren buna ihtiyaç duyulmuştur. Ashabın ileri gelenlerinden Selman-ı Farisî’nin İranlı hemşehrilerinin isteği üzerine Fatiha sûresini Farsça'ya çevirip onlara gönderdiği bazı kaynaklarda (bk. Serahsi, el-Mebsut, I/37, Beyrut, 1398/1978) yer almıştır. Günümüzde Kur’an-ı Kerim, dünyadaki belli başlı hemen bütün dillere çevrilmiş durumdadır. Dilimizde de yüzün üzerinde meal, tercüme ve tefsiri bulunmaktadır.

Namazda Kur’an-ı Kerim’in  Türkçe tercümesinin okunmasına gelince:

Kur’an-ı Kerim’de “Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun.” (Müzzemmil, 73/20) buyrulduğu gibi, Hz. Peygamber (asm) de bütün namazlarda Kur’an-ı Kerim okumuş ve namaz kılmayı iyi bilmeyen bir sahabiye namaz kılmayı tarif ederken,


“... sonra Kur’an’dan hafızanda bulunanlardan kolayına geleni oku.” (Müslim, Salat, 45)


buyurmuştur. Bu itibarla namazda kıraat yani Kur’an okumak, Kitap, sünnet ve icma ile sabit bir farzdır.

Bilindiği üzere Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın Hz.Muhammed (asm)’e Cebrail (as) aracılığı ile indirdiği manaya delalet eden elfazın (nazm-ı münzel’in) ismidir. Sadece mana olarak değil, Resülüllah (asm)’in kalbine elfazı ile indirilmiştir. Bu itibarla bu elfazdan anlaşılan ve başka lafızlarla (sözlerle) ifade edilen mana Kur’an değildir. Çünkü indirildiği elfazın dışında, hatta Arapça bile olsa, başka sözlerle ifade edilen mana Cenab-ı Hakk’ın kelamı değil, mütercimin ondan anladığı yorumdur. Oysa Kur’an kavramının içeriğinde, sadece mana değil, bir rüknü olarak onun elfazı da vardır. Nitekim:


“Şüphesiz O, alemlerin Rabbı tarafından indirilmiştir. Onu Ruhu’l-emin (Cebrail), uyarıcılardan olasın diye, senin kalbine apaçık Arap diliyle indirdi.” (Şuara, 26/192-195)

“Böylece biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik.” (Ta-Ha, 20/113)

“Korunsunlar diye dosdoğru Arapça bir Kur’an indirdik.” (Zümer, 39/28)

“Bu bilen bir toplum için, âyetleri Arapça bir Kur’an olmak üzere, ayrıntılı olarak açıklanmış bir kitaptır.” (Fussilet, 41/3)


gibi tam on ayrı yerde (Yusuf, 12/2; Ra’d, 13/37; Nahl, 16/103; Şura, 42/7; Zuhruf, 43/3; Ahkaf, 46/12) nazm-ı münzel’in Arapça olduğunu ifade eden âyetlerden, sadece mananın değil, elfazının da Kur’an kavramının içeriğine dahil olduğu açık ve kesin bir şekilde anlaşılmaktadır. Bu sebepledir ki, tercümesine Kur’an denilemeyeceği ve tercümesinin Kur’an hükmünde olmadığı konusunda İslam bilginleri görüş birliği içindedir.

Bilindiği üzere tercüme, bir sözün anlamını başka bir dilde dengi bir sözle aynen ifade etmek demektir. Oysa her dilin, başka dillerde bulunmayan (kendine ait) ifade, üslup ve anlatım özellikleri vardır. Bu yüzden, edebî ve hissî yönü bulunmayan bazı kuru ifadeler dışında, hiçbir tercüme aslının yerini tutamaz ve hiçbir tercüme de her bakımdan aslına tam bir uygunluk sağlanamaz. O halde, Kur’an-ı Kerim gibi, ilahî belağat ve i’cazı haiz bir kitabın aslı ile tercümesi arasındaki fark, yaratan ile yaratılan arasındaki fark kadar büyüktür. Çünkü biri Yaratan Yüce Allah’ın kelamı; diğeri ise yaratılan kulun aciz beyanı. Hiç böylesi bir tercümenin, Allah kelamının yerine konulması ve aynı hükümde tutulması mümkün olur mu?

Kaldı ki, İslam dini evrensel bir dindir. Değişik dilleri konuşan bütün Müslümanların ibadette ortak bir dili kullanmaları onun evrensel oluşunun bir gereğidir.

Herkesin konuştuğu dil ile ibadet yapmaya kalkışması, Peygamberimiz (asm)'in öğrettiği ve bugüne kadar uygulana gelen şekle ters düşeceği gibi, içinden çıkılmaz bir takım tartışmalara da yol açacağı muhakkaktır. Konuya ülkemiz açısından baktığımızda ise böyle bir uygulamanın dışarıda Türkiye aleyhinde, içerde ise Devlet aleyhinde bir malzeme olarak kullanılacağı, vatandaşların birlik ve beraberliğini zedeleyeceği, sonuç olarak bir takım huzursuzluklara sebebiyet vereceği dikkatten uzak tutulmamalıdır.

Diğer taraftan, yüzleri aşan tercüme ve meal arasından din ve vicdan hürriyetini zedelemeden, üzerinde birlik sağlanacak birisinin namazda okunmak üzere seçilmesi ve buna herkesin benimsemesi de mümkün görülmemektedir.

Türkçe namaz ile Türkçe dua birbirine karıştırılmamalıdır. Çünkü dua kulun Allah’tan istekte bulunmasıdır. Bunun ise herkesin konuştuğu dil ile yapılmasından daha tabii bir şey olamaz ve zaten genelde de ülkemizde Türkçe dua yapılmaktadır.

Diğer taraftan, Kur’an-ı Kerim’in en önemli özelliklerinden biri de i’cazdır. Bir benzerinin ortaya konulması konusunda, Kur’an bütün insanlığa meydan okumuştur. Bu i’cazın sadece anlamda olduğu söylenemez. Aksine,


“Onun Allah katından indirildiğinde şüpheniz varsa, haydi bir benzerini ortaya koyun.”


anlamındaki tehaddi (meydan okuma) ayetlerinden (Bakara, 2/23-24; Yunus, 10/37-38; Hud, 11/13; İsra, 17/88; Tur, 52/33-34) bu özelliğin daha çok lafızla ilgili olduğu anlaşılmaktadır.

Ayrıca bir benzerini ortaya koymak için, insanlar ve cinler bir araya toplanıp birbirlerine destek olsalar bile bunu başaramayacaklarını ifade eden âyet-i kerime (İsra, 17/88)'den de, Kur’an’ın bir benzerinin yapılamayacağı ve bu itibarla tercümesinin Kelamullah sayılamayacağı, o hükümde tutulamayacağı ve dolayısıyle namazda tercümesinin okunamayacağı açıkça anlaşılmaktadır. Nitekim, 1926 yılında İstanbul Göztepe Camii İmam-Hatibi Cemal Efendi’nin cuma namazında Kur’an-ı Kerim’in Türkçe tercümesini okumasıyla ilgili olarak İstanbul Müftülüğünün 20 Mart 1926 tarih ve 92-93 sayılı yazısı üzerine, altında ilk Diyanet İşleri Reisi Rifat Börekçi’nin imzası bulunan 9 Ramazan 1324/23 Mart 1926 tarih ve 743 numaralı Müşavere Hey’eti kararında şöyle denilmiştir:


“Namazda kıraet-i Kur’an bi’l-icma farz ve Kur’an’ın hangi bir lügat ile tercümesine Kur’an itlakı kezalik bi’l-icma gayr-ı caiz ve namazda kıraet-i Kur’an mahallinde tercüme-i Kur’an’ın adem-i cevazı da bi’l-umum mezahib fukahasının icmaı ile sabit olduğundan, hilafına mücaseret, namazı vaz’-ı şer’isinden tağyir ve emr-i dini istihfaf ve mel’abe şekline vaz’ı mutazammın olduğu gibi, beyne’l-müslimin iftirak ve ihtilafa ve memlekette fitne hûdusuna bâis olacağından, fiil-i mezbure mecasereti sabit olan merkum Cemal Efendinin uhdesindeki vezaif-i ilmiye ve diniyenin ref’i, emr-i zaruri halini almış olmakla ol vechile tebligat icrası...”


Şüphesiz bir Müslümanın en azından namazda okuduğu Kur’an-ı Kerim metinlerinin anlamlarını bilmesi ve namazda bunları anlayarak ve duyarak okuması son derece önemlidir ve bu zor da değildir. Ancak manasını anlamak, onun hidayetinden faydalanmak ve Yüce Rabbimizin emir, yasak ve öğütlerinin neler olduğunu öğrenmek için Kur’an-ı Kerim’i tercüme etmenin ve bu maksatla meal, tercüme ve tefsirlerini okumanın hükmü başka; bu tercümeleri Kur’an yerine koymanın ve Kur’an hükmünde tutmanın hükmü yine başkadır.

Namazda ve ibadet olarak Kur’an-ı Kerim asli lafızları ile okunur. Yüce Rabb'imizin bize olan öğüt, buyruk ve yasaklarını öğrenmek, onun irşadından yararlanmak maksadıyla ise, tercüme, meal ve açıklamaları okunur. Bu maksatla Kur’an-ı Kerim’in tercüme, meal ve açıklamalarını okumak da çok sevaptır ve genel anlamı ile ibadettir.


Kaynak: Sorularla İslamiyet

Yazar: Diyanet İşleri Başkanlığı


türkçe ibadet,türkçe ibadet olur mu,türkçe ibadet yapılır mı,kuran,kuran tercümesi,kuran tefsiri,namaz,türkçe namaz kılınır mı,türkçe kuran okunur mu,islamiyet,fetva,

AY İSİMLERİ

6 Ekim 2022 Perşembe / No Comments

 


AY İSİMLERİ NEREDEN GELİYOR?

1. Ocak (January)

Eski ismi Kanunnisa'dır. Kanun, Süryanice bir kelime olup ocak, fırın anlamına gelmektedir. Ocak, ateş yakılan yer, ev, yuva sözcükleriyle bağlantılı olup ocakların yakıldığı, günlerin dışarıda çalışarak, avlanarak değil de, ocaklarda (evlerde) geçirildiği soğuk ay, anlamını taşımaktadır. Eski Roma'daki ismi Januaris'dir. Janus, Roma mitolojisinde iki yüzü olan bir tanrıdır.

2. Şubat (February)

Süryanice Şabat sözcüğünden Türkçeye geçmiştir ve Süryani takviminde aylardan biridir. Şubat ayının batılı dillerdeki adları, Roma arınma Tanrıçası Februus'un adından gelir. Februa ise Romalıların günahlarına kefaret olarak kurban kestikleri arınma festivaline verilen isimdir. Februarius, Roma'da yılın son ayı olduğu için yeniden doğuş, zamanın başlangıcı gibi anlamlara gelmektedir.

3. Mart (March)

Antik Roma’da Mart ayının adı, Roma Savaş Tanrısı 'Martius' idi ve bu ayın savaşa başlamak için şanslı bir zaman olduğu kabul edilirdi. Ocak ve şubat ayları, savaşmak için uygun olmadıklarından Roma takviminin ilk ayı Mart idi.

4. Nisan (April)

Nisan sözcüğünün, Farsça (nisan), Süryanice (nisanna), Sümerce (nisag = ilk meyveler), Akadca (nisānu) ve İbranice (nîsān) sözcüklerinden alındığı söylenebilir.

April sözcüğünün Latince aprilis'den geldiği rivayet olunur. Klasik etimolojiye göre, Latince aperire (açmak); ağaçların çiçek açmaya başladığı mevsimi ima eder. Aynı tez, modern Yunancada ilkbahar anlamına gelen ἁνοιξις 'açmak' ile de destek bulmaktadır.

5. Mayıs (May)

Mayıs adı, Roma bereket Tanrıçası Bona Dea ile birlikte tanımlanan, Yunan Tanrıçası 'Maia'nın Ayı' anlamında Latince maius mensis'ten gelmektedir.

6. Haziran (June)

Süryanicede hazuran kökünden gelir ve sıcak anlamını taşır. Bu ay için sıcakların başladığı zaman anlamında kullanılmıştır. Roma'daki adı Junius olup, Jüpiter'in eşi, Roma tanrıçası Juno'dan gelmektedir. Gençlik, genç anlamlarına gelir.

7. Temmuz (July)

Eski Türkçede 'tamu-z' 'çok sıcak, cehennem' sözcüğünden, Eski Babil'de üreme ve bereket tanrıçası Tammuz sözcüğünden gelmektedir. Gregoryen takviminde bu aya, Roma İmparatoru Julius Sezar'a ithafen July adı verilmiştir.

8. Ağustos (August)

İmparator Octivivus'un ünvanı olan Augustus'tan gelir. Octivivus en görkemli icraatlarından biri olan İskenderiye'nin fethini bu ayda gerçekleştirince Sezar döneminde Sextilis (Altıncı Ay) olan bu ay Augustus'a çevrilmiştir.

9. Eylül (September)

İbrani takviminde İlul veya Elul diye telaffuz edilir. İsmini Babilceden alır ve Akadca 'hasat' anlamına gelir. Roma'daki adı Latince 7 anlamına gelen 'septems den gelir. O zamanlar Mart, yılın ilk ayı olduğu için böyle denilmiştir.

10. Ekim (October)

Eskiden Süryanice olan Teşrin-i Evvel (ilk teşrin) adı verilirdi. Bu aya ekim yapılıp tarlalar sürüldüğü için Ekim adını verilmiştir. Roma'da October (Sekizinci Ay).

11. Kasım (November)

Eskiden Süryanice olan Teşrin-i sani (son teşrin) denirmiş. Bu aya Arapça kökenli, ayıran-bölen anlamına gelen 'Kasım' adını vermişiz. Nedeni ise eskiler, Kasım ayından itibaren 180 günlük süreler halinde Ruz-i Kasım ve Ruz-i Hızır diye yılı ikiye ayırırlarmış. Roma'da November'dır (Dokuzuncu Ay).

12. Aralık (December)

Türkçe bir kelimedir. Eski yıl ile yeni arasında kaldığı için bu aya 'Aralık' adı verilmiştir. Roma'da December (Onuncu Ay).


ay,ay isimleri,ay isimlerinin anlamı,ay isimleri ne anlama geliyor,ay isimlerinin hikayesi,ay isimleri tarihçesi,ay isimleri ne demek, takvim,aylar,mevsimler,

ESMA'ÜL HÜSNA - 13 (YA ŞAFİ)

3 Ekim 2022 Pazartesi / No Comments
peygamberimizin hastalara okuduğu dua, hastalar için şifa duâlari, hastalık için şifa duaları, ya şafi zikri, ya şafi zikir sayısı,  ağrı geçiren dua, peygamberimizin ağrı için okuduğu dua

esmaül hüsna ya şafi, hastalar için şifa duâlari, hastalık için şifa duaları, ya şafi zikir sayısı, peygamberimizin hastalara okuduğu dua, ya şafi zikir sayısı, ya şafi zikri, 
HASTALIKLARA KARŞI DUA

Eş Şâfi esması anlamı :

Şifa verici. Şifa veren şifanın kaynağı. Rahmetini muhtaç kullarına bir şefaatçi yaptığı gibi makbul kullarına da şefaat etme izni veren. Kullarına şifa, her türlü derde devâ veren Şafi ismine Kuran-ı Kerimde ve Hadislerde işaret olmakla beraber doğrudan isim olarak Cevşen’de de geçmektedir.

Eş Şâfi esması ebced değeri ve zikir sayısı : 391

Eş Şâfi : الشافي

İçinde Eş Şafi İsm-i şerifi geçen Kur’an ayetleri :

1- Tevbe suresi 14. ayet

قَاتِلُوهُمْ يُعَذِّبْهُمُ اللّهُ بِأَيْدِيكُمْ وَيُخْزِهِمْ وَيَنصُرْكُمْ عَلَيْهِمْ وَيَشْفِ صُدُورَ قَوْمٍ مُّؤْمِنِينَ

Okunuşu :
Kâtilûhum yuazzibhumullâhu bi eydîkum ve yuhzihim ve yansurkum aleyhim ve yeşfi sudûre kavmin mu’minîn (mu’minîne).

Anlamı :

Onlarla savaşın. Allah sizin ellerinizle onları azaplandırır ve onları alçaltır. Ve onlara karşı size yardım eder (zafere ulaştırır). Ve mü’minler kavminin göğüslerine şifa verir (iyileştirir, ferahlatır).

2- Şuara suresi 80. ayet

وَإِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْفِينِ

Okunuşu :

Ve izâ maridtu fe huve yeşfîni.

Anlamı :

Ve hastalandığım zaman bana şifa veren, O’dur.

3- Fussılet suresi 44. ayet

وَلَوْ جَعَلْنَاهُ قُرْآنًا أَعْجَمِيًّا لَّقَالُوا لَوْلَا فُصِّلَتْ آيَاتُهُ أَأَعْجَمِيٌّ وَعَرَبِيٌّ قُلْ هُوَ لِلَّذِينَ آمَنُوا هُدًى وَشِفَاء وَالَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ فِي آذَانِهِمْ وَقْرٌ وَهُوَ عَلَيْهِمْ عَمًى أُوْلَئِكَ يُنَادَوْنَ مِن مَّكَانٍ بَعِيدٍ

Okunuşu :

Ve lev cealnâhu kur’ânen a’cemiyyen le kâlû lev lâ fussilet âyâtuhu, e a’cemiyyun ve arabîyyun, kul huve lillezîne âmenû huden ve şifâun, vellezîne lâ yu’minûne fî âzânihim vakrun ve huve aleyhim amâ (amen), ulâike yunâdevne min mekânin baîd (baîdin).

Anlamı :

Ve eğer O’nu (Kitab’ı), yabancı dil bir Kur’ân kılsaydık, mutlaka: “O’nun âyetleri açıklanmalı değil miydi?” derlerdi. Araba yabancı dil mi? De ki: “O, âmenû olanlar için hidayet ve şifadır. Ve mü’min olmayanların kulaklarında vakra vardır. O (Kur’ân), onlara karşı körlüktür (şifa ve hidayet değildir). İşte onlara uzak bir yerden seslenilir.”

4-Yunus suresi 57. ayet

يَا أَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءتْكُم مَّوْعِظَةٌ مِّن رَّبِّكُمْ وَشِفَاء لِّمَا فِي الصُّدُورِ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِّلْمُؤْمِنِينَ

Okunuşu :

Yâ eyyuhân nâsu kad câetkum mev’ızatun min rabbikum ve şifâun limâ fîs sudûri ve huden ve rahmetun lil mu’minîn (mu’minîne).

Anlamı :

Ey insanlar! Size, Rabbinizden öğüt (vaaz) ve göğsünüzde olana (nefsinizin kalbindeki hastalıklara) şifa ve Müminlere hidayet ve rahmet gelmiştir.



Bu yazı, peygamberimizin hastalara okuduğu dua, hastalar için şifa duâlari, hastalık için şifa duaları, ya şafi zikri, ya şafi zikir sayısı,  ağrı geçiren dua, peygamberimizin ağrı için okuduğu dua ile ilgilidir.